6 Kasım 2018 Salı


VEDAT HOCAM  ‘CAN’ HOCAM
Kadir ŞİŞGİNOĞLU


Kasımda yaprak dökümü beni hep hüzünlendirir. Sonbaharın hüzne bulanmış  rengi doğayı  kuşatınca yok oluşun  tedirginliği kaplar içimi. Sanki zaman ve  mevsim kışa  doğru daha hızlı akıyormuş gibi gelir. Hele çocukluğumuzdan beri bilinçaltına yerleşen, Atamızı alıp götüren sabıkalı Kasım ayı gelince hüzün daha artar. Çocuk naifliğinde  okuduğumuz “uzun uzun kavaklar-dökülüyor yapraklar” dizesi gerçek olur canlanır Kasımda. Bu kasımda öyle  oldu Atamızın ölüm yıl dönümü  gelmeden sanat dünyasından yapraklar dökülmeye başladı. 5 Kasımda  kaybettiğimiz Yusuf Katipoğlu’nu bugün Trabzon da toprağa yeni vermiştik ki sosyal medyadan Ankara Gaziden değerli hocamız Vedat Can'ı kaybettiğimiz haberini aldım.

 Uzun zamandan beri çok ciddi sağlık sorunları yaşıyordu  Vedat Can hocamız. O ufak tefek, narin bedeni  en sonunda veda etti yaşama.

Gazi 2.sınıfta tanımaya başladık Vedat Can Hocamızı. Hasan Pekmezci, Hayati Misman hocalarımızla birlikte  görürdük, üçü yakın arkadaştı. İçlerinde  en az konuşanı oydu. Adeta sözü kendi bedeniyle  ölçer gibi az ama; öz  konuşurdu. Çok zekice ve kibarca cevaplar verir, çok ince espriler yapardı. Çok titiz giyinir, takım elbisesi ve kravatı hiç eksik olmazdı. Hiçbir gün yüzünün asık olduğuna tanık olmadık, güler yüzlü  ve son derece kibardı. Hatta o kadar kibardı ki bir gün;  ağaç baskı dersinde  biz birbirimizle  hararetle sohbet ederken hocanın atölyeye gelişini ve masaya oturuşunu farketmemişiz, o bir süre bizi izledikten sonra “çocuklar, afedersiniz susmakla sizi rahatsız ediyor muyum ?” diye  sorduğunda biz kabalığımızdan ders  boyu küçülürken, kendisi  gözümde kibarlık anıtı olarak büyümüştü. Yıllar sonra bir sergide sevgili Hocamla  sohbet  ederken bu anıyı anlattığımda gözleri doldu. Derslerimde  bir süre farkedilip, önemsenmediğimde kulaklarınızı çınlatarak bu  sözünüzü hep kullandım.

Öğrenciye çok müdahale etmeyen ama;  tam gerekli olduğunda sözle  dokunan değerli bir  eğitimci idi. Öğrenciye  ve yaptıklarına  değer  verir,  kapasitesinin üstünde iş yapmaya yönlendirirdi. Biz o zamanlar sanat eğitiminde  bunun ne kadar değerli  bir davranış olduğunu anlamamıştık. Derste  konu dışı çalışmalar ve denemeler  yaptığımızı gördüğünde hemen gözleri parlardı. Yaptığım bir kolaj denemesini biraz daha  geliştirerek Devlet Sergisine  vermemi istemişti. Kabul edilmedi ama sanatta kendin olma sürecinin özgün deneme ve araştırmalarla olabileceğini öğretmişti. Kendisi de suluboyayı bilindik tekniğinin dışında  çok özel kullanarak tertemiz eserler  üretiyordu. Sanatın  sadece teknikten ibaret olmadığını, yaratıcılığın gelişmesi için entelektüel birikimin ve çok yönlü beslenmenin gerekliliğini anlatmaya  çalıştı. 2. sınıfta duvar  gazetesinde yayınlanan bir şiirimi okumuş  ve bana çok yüreklendirici sözler  söylemişti. Çalışmalarımı eleştirirken sözlerinin arasında gazetede her yazımı okuduğunu hissettirdiğinde nasıl mutlu olurdum. Mezuniyet tezimin araştırma evresinde bazı bulgularımı paylaştığımda “senin kalemin çok iyi bunun üstüne git, mutlaka kitaba dönüştür” demişti.

Öğrenciyi bir cevher gibi görür, onu biçimlendirmek için hırsla, aceleyle  hareket etmezdi. Sabırla bekler, gözler, çok küçük yerinde dokunuşlarla onu değerli bir mücevhere dönüştürürdü.

Sanat dünyasının burnundan kıl aldırmayan, yüksek egolu bir çok insanıyla kıyaslandığında mütevazi ve ilkeli duruşunu hiç bozmadı. Kimseden himmet ve lütuf  beklemedi. Onurlu ama buruk bir yalnızlığı tercih etti.

İyi, doğru ve güzel olanı takdir etmesini, yüceltmesini  bildi. Aynı yarışmada benim ödül  aldığım çalışmamla ilgili öyle onurlandırıcı sözler  söylemişti ki bunları dinlerken mahcubiyetim artmıştı. Ankarada ki bütün sergilerime geldi. Özellikle BRHD sergilerinde kendisiyle  her görüştüğümde   resmini  gördüm diyerek kutlardı. Üç yıl kadar önceydi yine bir BRHD sergisinde  karşılaştığımızda “çok güzel  bir çalışma yapmışsın kutluyorum”  dediğinde sizin bize  verdiğiniz  emekleriniz sayesinde diyerek elini öpmek istemiştim ama öptürmedi. ”Asıl böyle güzel  çalışmalar yaptığın için ben senin ellerini öpüyorum” deyince boynuna sarılıp yanaklarından öpmüştüm hocamı. Sonra o dönem aynı sınıfta olan arkadaşlarımızla  toplanarak birlikte  fotoğraf çektirdik ve o günleri yad ettik. Son olarak o zaman  sağlıklı gördüm  Vedat Can Hocamı.

Bilin ki  bu gün sizi tanıyan bütün öğrencilerinizin kalbi sızladı. Bilin ki sizinle anıları olan bütün öğrenci ve dostlarınızın yüreği buruk. Sanatçı kimliğinizle Türk sanatında , ilkeli, mütevazi, onurlu ve değerbilir  bir sanat eğitimcisi olarak da öğrencilerinizin anılarında hep yaşayacaksınız.

Hakkınızı helal edin “ CAN” hocam. 

6 Kasım 2018



5 Kasım 2018 Pazartesi


RESSAM  YUSUF KATİPOĞLU'NU KAYBETTİK
KARADENİZİN TAKALARI  VE  HIRÇIN DALGALARI   ÖKSÜZ  KALDI


Yusuf Katipoğlu’nu   Karadenizin  hüzünle buluştuğu  bir  Kasım  gününde  sonsuzluğa  uğurlayacağız. 1941 yılında gözlerini açtığı hayatı, memleketinin nemli bitek toprağının, resimlerindeki gibi her renge bulanmış yeşilinin, çok az güneş görmüş sislere bulanmış gri- mavi gökyüzünün harmanlanmış sonsuz ritmiyle buluşacak.

Yusuf Katipoğlu 1960 lı yıllarda Kayıhan Keskinok hocanın önce Trabzon Karma Ortaokulu, sonra Trabzon Lisesinde  keşfedip Akademiye gönderdiği öğrencilerden biri. 1963 yılında Akademiye geldiğinde kendisi gibi Trabzonlu olan Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesini seçer ve 1968 ‘de Akademinin Yüksek Resim Bölümünden mezun olur.

 Resimlerinde  çizgi, renk, motif  etkisinin belirginliği  hocası Bedri Rahmi Eyüboğlunun izleridir denilebilir. Ama zamanla  dönüşen çizgisel ritmi özünde yaşattığı “Karadenizliliğin ve Trabzonluluğun”  görsel şiiridir onun  için. Karadeniz rengin dışında en iyi çizginin kıvraklığı ile anlatılabilir. Karadenizin deli dalgalarını, sert poyrazında ve karayelinde  kendini bir o yana bir  bu yana vuran takalarını, kıpır kıpır  hamsilerini, oynarken topuğuna rüzgarın dokunduğu kıvrak horonunu, peştemal ve keşanın ince uzun çizgilerden oluşan  desenini  çizgiden başka  bir şeyle anlatamazsınız.

Yusuf Katipoğlu  Karadenize dair  ne  varsa her şeyi çizgiden dokudu tualinde. Çizgiler  bir  noktadan başlayıp bir dönence yarattılar. Yüzeyde  çizgisel bir doku  zenginliği oluştururken aslında az sayıda  nesne ile sadeliğin peşindeydi   resminde. Fırçasının ucuyla başlattığı çizgi serüveni  derviş dönüşündeki sabırla  olgunlaştı ve ruh kazandı.

1971-1980 yılları arasında Trabzon’da  resim öğretmeni  olarak  görev yaptı. Bu dönemde arkadaşları ile Trabzon Devlet Güzel Sanatlar Galerisini kurarak yöneticiliğini yaptı. 1980 yılında İstanbul’a  döndü ve Kuzguncuktaki atölyesinde  çalışmalarını sürdürdü. Elli yıl aşkın sanat yolculuğunun son otuz yılını İsviçrede tanıştığı  kendisi gibi sanatçı olan eşi Ursula ile  birlikte  geçirdi. Bu birlikteliğin ürünlerini 6 Ekimde “Birikim” ismi ile  İstanbul’da Galeri  Diani de sergilediler. Bu serginin bitiminden hemen sonra rahatsızlandı ve Karadenizi ve Takaları öksüz bıraktı…

2008 yılının kış  aylarıydı İstanbul Ziraat Bankası Tünel Sanat Galerisinde o dönem yeni kurulmuş , Yönetim  Kurulu Başkanlığını yaptığım Karadeniz Plastik Sanatlar Derneği  sergisinin açılışında tanımıştım kendisini. Resimlerini çok sevdiğimi, izlemekten keyif aldığımı , samimiyetle  burada  bulunmanızdan çok  büyük mutluluk duyduğumu belirtince aynı samimiyetle “uşağum ha  bu kadar adamı sen mi bir araya  getirdin, hemi de Çorumdan geldin” diye takılmıştı bana. İliklerine  kadar işlemiş Trabzonluluk  ve  Karadenizliliğin  bir gramını bile terketmemiş, kendi  diliyle  konuşan sıcakkanlı ,esprili, kıpır,kıpır ,sahici bir insan olarak görmüş, tanımıştım  onu. Trabzon’a  ve Trabzon sanatına  dair kısa bir sohbetin ardından “uşağum bu Trabzon çok vefasızdır” diyerek  beni mi uyarmıştı  ? Yoksa; memleketi için bir şeyler yapmaya  çalışmış ama karşılığını bulamamış birinin, yüreğinin bir  köşesine  sıkışmış haklı bir sitemini mi  dile  getirmişti anlayamamıştım.

Yarın artık Trabzon üzerine  atılmış vefasızlık sıfatını hak etmediğini  öğlen namazı sonrasında İskenderpaşa Camiinde  kılınacak cenaze  namazı  ve  törenine  katılarak  gösterecektir diye düşünüyorum.