19 Aralık 2015 Cumartesi

BİR RESMİN HİKAYESİ-CİZRE ULU CAMİİ KAPI TOKMAĞI
Kadir ŞİŞGİNOĞLU







Şimdilerde  yaşanan terör  olayları, sokaklarında  kazılan hendekler, kurulan  barikatlar, yaşanan  çatışmalar, uygulanan  sokağa çıkma  yasağı ile  hayalet  kente  dönen  Cizre;  12.yüzyılda haçlı seferlerinin yarattığı karmaşaya rağmen bu coğrafyanın parlak kentlerinden biridir. İpekyolu üzerinde  kurulmuş ticaret, kültür ve eğitim- bilim merkezidir. O günlerden kalma eserler bu günkü Cizre’nin  tarihsel kimliğini  oluşturuyor.Dileğimiz  ayrılıkçı etnik kimlik ile dayatmacı devlet otoritesi çatışmasından doğan savaşın  en kısa zamanda  sona ermesi,  Anadolu Kültürlerinin zengin harmonisinde  yoğrulmuş hümanizme  dayalı binyıllık Anadolu kardeşliğinin yeniden hatırlanması , kurulması….ve  Cizre’nin  tarihsel ve  kültürel ve  sanatsal  değerleri  ile gündeme  gelmesi.

İnsan yoksa şehir virane olur. İnsan yaşayacak bir şehir bulamazsa avare olur”… Viraneye  dönen Cizre’nin  hafızasından  bu günkü görüntülerin  en kısa  zamanda  silinmesi, uygarlık ve kültür tarihine katkılarını  anımsayarak, değerlerini  gündeme  getirerek olanaklı  olabilir. Yaptığım  çalışmanın  bu sürece başlangıç  olmasını diliyorum.

Cizre’nin üç önemli değeri ; Ulu Cami, Hz. Nuh’un makamı,Kırmızı Medresedir…Ulu Cami; Cizre'nin İslam'ı kabul etmesiyle 639 yılında kiliseden camiye çevrilmiştir. Abbasiler döneminde cami yıktırılıp, onarıma alınmış, 1160 yılında Cizre Beyi Baz Şah'ın oğlu Al Sencer tarafından yeniden yaptırılmıştır. Kesme taştan, dikdörtgen planlı olup, üzeri kasnaklı kubbe ile örtülmüş, kubbeler demir köşebentlerle güçlendirilmiştir. İbadet mekânı sütunlarla üç bölüme  ayrılmıştır. Giriş kapısı üzerine Kuran’dan alınma ayetler yazılmıştır. Giriş kapısı demirden olup, 1983 yılındaTopkapı Sarayı Müzesi’ne götürülmüştür. Bu kapı üzerinde gümüş motifler ve bakır kufi yazılar bulunmaktadır. 1156 da dört köşe inşaa edilen minaresi 1945-1946 ve 1971 yıllarında 2 kez onarım görmüştür.Gösterişten uzak bu sade yapının kapısı ve üzerinde  bulunan tokmağı yapının kendisinden daha  ünlüdür  denilebilir.
Ben bu kapı tokmağını  değerli dostlarımız İbrahim Terzioğlu ve Oğlu Emin Terzioğlu’nun sahibi olduğu Emin Antik Sanat Galerisinin  logosunda  gördüm ilk kez.Bunca  yıldır  Sanat Tarihciliğimin bilgi  birikimi  bu eseri  daha önce keşfetmeme yetmemişti. Şu anda  bu galeride devam eden sergimin hikayesi de  bununla  başladı.Bu tanışıklığı sağlayan aziz dost Ümit Yaşar Gözüm’ün hakkını da  burada  gönülden  teşekkürlerimizle  teslim etmemiz  gerekir.

Logoda ilk gördüğümde  olağanüstü bir  yorum ve işcilik  dikkatimi çekmişti …Beni soluksuz  bırakan  bu  çift ejder hayalgücümle  gelecekte  yapacağım  resmin içinde  yerini almaya başlamış, güvercinlerle  yer kapma savasına  girmişti  bile.Küçük bir  araştırma  ile  kaynağına  ulaştım.İlk ipucu  İbrahim Terzioğlu’nun  bir kısmını  yazdığı ve  yayına  hazırladığ,ı ilk tanışmamızda  bana  armağan ettiği “Türk Dünyası Mimarlık Abideleri”  kitabı  oldu..

Ortasında  bir  arslan  başı  bulunan   bu çift ejderin  bulunduğu yer Cizre Ulu Camii’nin, 12. yüzyıla tarihlenen, eşsiz bir el işçiliğine sahip ahşap kapısıdır.Selçuklu sekiz köşeli yıldızının işlendiği ahşap kapı üzerinde  kapı tokmağı  şeklinde tunçtan yapılmış ejderlerin başlarından biri sağa ve diğeri sola dönüktür. Ejderler sivri kulaklı, badem gözlü ve kanatlı, ağızları açık adeta gövdeyi ısırır durumdadır.Gövdeleri yılan pulu ile kaplı ve ortadan düğümlüdür. Birbirine dolanan kuyrukların uçları kartal başı şeklindedir.1976 yılından beri Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde sergilenen kapı tokmağının diğer teki 1969 yılında yerinden sökülerek çalınmıştır ve günümüzde Kopenhag David Samling Müzesi’nde sergilenmektedir. Üzerindeki  kapı tokmağı ise;  kapı ile  birlikte İstanbul da İslam Eserleri Müzesi’nde  sergilenmektedir.
. XI.-XIII. Yüzyıl Anadolu Selçuklu sanatında buna benzer hayvan tasvirleri, ejder ve yılan figürleri çok sayıda kullanılmıştır. İslâm sanatında da ejder figürlerinin ayrı bir yeri vardır. Orta Çağ İslâm dünyasında hem kapı tokmağı ve hem de yapıyı her türlü kötülükten koruyan bir muhafız olarak düşünülmüştür. Bu motifin kaynağı Orta Asya Çin sanatı olup, buradan Sasani, İskit, Hun sanatına girmiş, on iki hayvanlı Türk takviminde yer almıştır.  Ulu Cami kapı tokmağı Orta Asya, Selçuklu ejder figürlerinin tipik bir örneğidir.”

Cizre'nin geçmişi incelendiğinde karşımıza medreseler şehri  ve bu  medreseleri ünlendiren ; Ahmed El Cezeri, İsmail Ebul İz Cezeri  çıkar. Kapı tokmağında yer alan  ejder figürlerinin benzerleri  XII. yüzyılda kazıma tekniği ile Fizikçi ve Makine mucidi Ebul-iz İsmail Bin Rezzez El Cezeri tarafından Zengi Beyi Ebul Kasım Mahmud Sencerşah (1162-1170) döneminde yapılmıştır.Ejderlerden biri Dicle ,diğeri Fırat nehrini, ortadaki arslan başı Cizre insanını, alt bölümdeki kartallar ise savaş gücünü simgeler.
Ebul-İz, Cizre Tor (Dağkapı) Mahallesinde 1153 yılında doğdu. Botan Aşiretindendir. Adı İsmail olup babasının adı Rezzaz’dır. Lakabı ise, şeref, onur babası anlamında Ebul-İz’dir. Cizre’li olduğu için kendisi  El- Cezeri olarak adlandırılır. Dünyada eşsiz bir mucit olduğundan, kendisine “Zamanın güzeli” anlamında “Bediuzzaman” denilmiştir.  Ayrıca çalışanların ve işçilerin reisi olarak ün salmıştır. Kitaplarda tanındığı adı İSMAİL EBUL-İZ BİN RAZZAZ EL-CEZERİ olarak adı geçer. Batı dünyası onu Cazari (Gazari) olarak tanır. Meşhur olduğu en büyük ve değerli eseri, şüphesiz bütün icatlarının ve tekniğinin toplandığı kitabıdır. Kitabının adı :” EL CAMİU BEYN EL-İLİM VEL AMEL, EN NAFİU’ FİS-SANAAT İL-HİYEL” adlı Arapça olarak yazmış olduğu eseridir. Donald Hill, Ebul-iz’den çevirmiş olduğu kitabın adını “Al - Jazari’s book of İngnious Mechanival Devices” (El Cezeri’nin Mekanik Hareketler Mühendisliği Bilgisi)  Ebul-iz için Donald Hill’in yazmış olduğu esere dayanarak Nature Dergisi şöyle söylemektedir : “12. YÜZYIL MÜSLÜMAN MÜHENDİSLİĞİNİN DORUĞUNA ERİŞMİŞ BİR KİŞİ.” Bilim ve Ütopya 2002 Ocak sayısı “ROBOTLARIN VE OTOMASYONUN ATASI EBUL-İz EL CEZERİ” kapağıyla elli bir sayfa ayırmıştır. El Cezeri’nin yaptığı makine parçalarının bir kısmı kendisinden 200-350 yıl sonra yaşamış Giovanni de Dondi ve Leonardoda Vinci’nin eserlerinde rastlanmaktadır. .(A.Yaşın ) Cordoba’yı (Kurtuba) ünlendiren İbn-i El-Meymun’un  yaşadığı  mahallede büstünü  gördükten sonra Ebul-iz El-Cezire’nin Cizrede sadece bir  okul isminde  geçmesi düşündürücüdür
Türk İslam Sanatı için  çok önemli  olan  bu esere sadece bir  parçası  yurt dışına  kaçırılmış bir kültür  varlığı olarak görüp bilgilenmeyi kendimce  yeterli görmedim.Onu bir resmimde kullanarak tarihsel öneme sahip  bir  kültür  varlığını estetik düzlem içinde gelecek zamana miras olarak  bırakmak istedim.Resmin alt kısmındaki bantta yer alan güvercinler  geçmişle  bugünü birbirine  bağlayan kültür  köprüleridir…. Kapının iki kanadının da  sekiz  köşeli yıldız ile bezenmesi nedeniyle güvercinlerin sayısı sekizdir. .En öndeki  iki güvercinden siyah olanı nesli tükenme  tehdidi yaşayan   Cizre’nin ünlü arap ırkı güvercinine dikkat çekmedir. Resmin üst kısmında  yer alan hat yazı ise giriş kapısı üzerinde  yer alan kitabenin bir parçasıdır.
12.yüzyıla  tarihlenen,bizzat El-Cezeri’nin  yaptığına hükmedilen  kapı ve tılsımlı ejderler  bulunduğu yeri korusun diye yapılmasına rağmen  ne  yapıyı,ne  üzerinde  bulunduğu  kapıyı,  ne de kendini  koruyamamış.Bu resim kültür varlıklarımızı  koruma  işinin  tılsımlara bırakma yerine  yüksek koruma  bilincine sahip olunması  gerekliliğini bir kez daha hatırlatır  diye düşünüyorum.


28 Kasım 2015 Cumartesi

“Yaşama  sanatla direnen büyülü fırça” Hatice Karabulut SOYSAL
Kadir ŞİŞGİNOĞLU









Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak..
Unutma; aynı gökyüzü altında, Bir direniştir yaşamak...
Nazım Hikmet..

Yaşam hareket canlılık demektir, çoğalma demektir.Yaşam  mücadele  demektir.Yaşam karşıtına (ölüme-yok oluşa) direniş demektir. İnsan yaşamı en iyi karşıtlıklarla açıklanır. Karşıtlıkları ne  kadar  içinde  barındırıyorsa yaşam,  o kadar  özgedir. Bu karşıtlıkların doğurduğu gücü anlamak, onu yönetmek zordur. Varlıksal aklımız  ve  edimlerimizle bizi kuşatan yaşam koşullarına karşı çözümler üretiriz.Ürettiğimiz  çözümler kadardır yaşama bağlılığımız.Bazen yaşam ağır gelir.Kuşatılmış yalnızlığa iter bizi. O zaman Özdemir Asaf’ın .”Yaşamak için bırakıImış bir yön baktım, yoktu: Ben direnmek için eIimden geIeni  yaptım” sözleri  klavuzluk etmeye çoktan hazırdır.
Sanat en etkili direniş aracıdır.Sanatçı eserini üretirken kendi yaşamını  çevreleyen gerçekliğe  tavır alıyordur aslında.Yaşamın dayatmalarına karşı kendi varlığını, aklını, sezgilerini,duygularını, hayal gücünü, düşlerini, umutlarını ve  yaratıcılığını ortaya  koyar.    Sanatçı bu tavırla , her şeyi estetik bir biçemle birlikte bize yeniden sunar.Bir  bakıma  “kendi bilincinin öte yarısında yarattığı  bir  ordunun askerleri ile savaşır”(K.Ş) .Bu savaşın tek amacı  hayatı daha yaşanılır ve anlamlı kılmak, bu anlamın ve gerçekliğin gelecek yaşamlara iletilmesini sağlamaktır. Yaşamın aslında tek zorlu kanunu vardır “ölüme karşı yaşamak, kalanlara yaşamak ve yaşatmak”.Sanat diliyle konuşarak, üreterek, yazarak, çizerek, paylaşarak.

Sanatçının yaratım sürecini besleyen  kendi yaşam katmanlarında yaşadığı hikayelerdir.Kimi sanatçı direniş öykülerini yazarken öz yaşamının  iç burkan penceresinden görür. Kimisi ise yaşadığı hayatın derin izlerini  mahremine  atar, gizler.Ketum bir sessizlikle örer.O yaşama tanık olmayanlar eserinde öz yaşamına ilişkin  ipucu bulamazlar.İzleyicinin düşünce dünyasına , düş dünyasına, hayal gücüne seslenmeyi tercih ederler.

Değerli suluboya sanatçısı Hatice Soysal büyülü fırçası ile yaşama dair duru gözlemlerini öyküleştiriyor resimlerinde.Doğduğu, büyüdüğü, evrildiği Anadolu coğrafyası , bu coğrafyanın mütevazi kanaatkar insanı ve yaşamı resimlerinin konusu oluyor.Bazen de  daha yakın bakıyor Soysal; bir natürmorta odaklanıyor,bir çiçeğin taç yapraklarında keskin, gerçekçi bir gözlemle fotoğrafik gezintiler yapıyor.Sıradan bir  çiçeği estetik bir doğa anıtına dönüştürüyor.

Tutkulu doğa gözlemi yaşama sevincinin göstergesidir Soysal’ın resimlerinde.Küçük figürlerinin yer aldığı Issız  doğa görünümlerinin  titiz düzenli  kurguları “hüzünlü terk edilmişliğe” direnişin ipuçlarını verir.Düşsel mekanlar izleyicinin hemen içine dalarak kurgusal  yaşamlarını sürdüreceği  doğal dekorlar gibidir.İzleyicinin kolaylıkla sahiplendiği düşsel mekanlar Soysal için zamansal ve mekansal yok oluşa  karşı başkaldırıdır, direnişdir.Bu alanda verdiği mücadeleyi ve kendinde bıraktığı izleri mütevazi duruşu ile gizler.İzleyiciye geçirmek istediği yaşama sevinci, geleceğe umut, özlem ve mutluluk duyguları onun için daha önemlidir. Doğadaki zamansal mekansal değişimler iç dünyasının pürist renkçiliği ile anlatılır.Geniş renk yelpazesi, usta tekniği, su ve kağıt ile birleşince  her yapıtı ışıltılı, keyifli bir senfoniye dönüşür.Bu  şiirsel senfonilerin yaratım sürecini  "Resim insanın içindekini, yüreğindekini ortaya koyma işidir. Lâkin bu eylem günden güne hayatıma öylesine yayıldı ki... Büyüdü, kök saldı. Benliğimi kavradı. Varlığımı ele geçirdi" sözleri ile anlatır  Soysal.

Dileriz  her türlü yapmacıklıktan uzak, şiirsel doğa senfonilerini bestelemeye devam edebilsin ve bizlerde bu senfonilerin eşliğinde düşsel yolculuklara devam edelim.

 






14 Haziran 2015 Pazar




 








FAROZ’A RENK  VEREN  USTA                                         OSMAN ZEKİ DEMİRKALE

Kadir ŞİŞGİNOĞLU

1950’li yıllar Ülkemizde hızlı değişimin yaşanmaya başladığı yıllardır.Kentlerimiz Osmanlı’nın  mimarlık mirasını hızla tüketerek Cumhuriyet döneminin yeniden yapılanma sürecinde dönüşümü yaşamaya başlar.Endüstrileşme köyden kente göçü hızlandırır, bir  anda kalabalıklaşmaya  başlayan  kentlerde   konut ve imar sorunu  yaşanır.Artan nüfusla kentlerin  sosyal-yapısal  dengeleri bozulur. 

Aynı yıllarda Trabzon da  bu olumsuz gelişmeleri  yaşamaktan  kendini  kurtaramaz.1940 lardaki  sakinliği, sürekli eklenen  kentsel  mekan  ve insan kalabalıkları ile  bozulur. Şehrin aristokrat yerlisinin çoğunluğu başta  İstanbul olmak  üzere büyük  kentlere göç ederler.Onların  yerini kırsal  kesimden  gelenler  doldurur.Trabzon’un  Rum-Ermeni-Osmanlı ‘dan  kalan    kültürel sentezi  göçerlerin yaratığı yeni kent kültürü tarafından hızla kuşatılır.Ganita,Çömlekçi,Yeni Cuma,Arafil Boyu,Sotka, Mumhaneönü, Faroz  Trabzon’un en eski  mahallerindendir.Çömlekçi ,Ganita, Mumhaneönü ile Faroz  Trabzon’un deniz  kıyısında kuzeydoğusundan-kuzeybatısına doğru sıralanır. Mumhaneönü ile Ayasofya  Kilisesi arasında kalan  Faroz; emeği ile  geçinen,   hayatını denizden kazanan insanların  yaşadığı  yerdir. Faroz  sözcüğü eski Yunanca’da “deniz  feneri” demektir. Dünyanın yedi  harikasından  biri  olan Mısır’daki İskenderiye  Feneri’nin adı Faroz’dur.16.yüzyıl Trabzon şehir  kayıtlarında ilk kez  adı  geçen Faroz; Trabzon’un en  hızlı  kentleşen,  tarihsel ve kültürel belleğini en  hızlı kaybeden mahallesidir. Önce taştan yapılmış,  bahçeli eski yalı evlerini  şekilsiz  apartmanlar  birer birer yutmuş, sonra sahil dolgusu ile  denizinden uzaklaşmıştır.

1950 li yıllarda  çocukluğu Faroz’da  geçenler kendilerini “yalı” uşağı olarak  tanımlar. Oturdukları eski  taş  evlerin önünden  kayıklarını  denize  indirir, küçük  kayaklıkların gerdanlık  gibi  süslediği tertemiz  kumsaldan  denize  girerler. Deniz  ve  kumsal  o dönem  çocuklarının  oyun  alanıdır.Dalgalarda viya  koşulur, şiddetli  yağışlardan  sonra  denizden  kütük çıkarılır,  komşu  bahçelerinden gizli gizli meyve  yürütülür.Ara  sıra denizin  kıyıya  vurduğu top gülleleri ve  eski  paralar bulunup  harçlık çıkarılır.Düğünlerde eğlencelerde kolbastı oynanır. Şimdilerde  Trabzon’lu gençlerin   Türkiye’den   başlayarak dünyaya tanıttığı “kolbastı” nın doğum yeridir Faroz. Sanayisi olmayan kentte  Faroz’lunun  geçim kaynağı  deniz ve  balıkçılıktır.

1947 doğumlu Osman Zeki Demirkale Faroz’un bütün dönemlerini  yaşamış, değişimlerine  tanık olmuş bir  Faroz ‘ludur. Çocukluğu,  gençliği Faroz’un  en hızlı değişimlerinin yaşandığı  döneme  denk  gelir. Çocukluğundan beri  tekniğe, teknolojiye, güzel olan her şeye  merakı  resim öğretmenleri Kayıhan Keskinok’un etkileri  ile biçimlenir bir hedefe yönelir.

Cumhuriyetin ilk  yıllarından  itibaren Faroz Trabzon’un  entelektüelleri  ve sanatçıları ile  tanışır.1927 yılında Trabzon Lisesine gelen  Resim öğretmeni Saim Özeren  bunlardan biridir.Saim Özeren 1938 yılında Yurt Resimleri  nedeni ile Türkiye genelinde seçilen 10 ressamdan  biridir.Ondan bir yıl sonra  Trabzon Lisesine  gelen Zeki Kocamemi  yedi ay kadar Trabzon Lisesinde görev yapar,sonra  istifa eder. Bu dönem içinde Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu keşfeder, onu Akademiye yönlendirir. Saim Özeren , Zeki Kocamemi Faroz’da  oturur.1950 li yıllarda Trabzon Lisesinin resim öğretmeni Kayıhan Keskinok  öğrencileri  ile  Trabzon Lisesinin altından patikaları geçerek Faroz kıyılarında denize  girerler. Yurt Resimleri  kapsamında 1938 yılında Trabzon’a  gelen  Saim Özeren’nin sınıf arkadaşı Mahmut Cuda  gemiden  gördüğü ve  Trabzon’a  yaklaşırken anlattığı Trabzon manzarası  Faroz’un  resmidir.Faroz’un Zühdü abisi (Zühtü Ellezoğlu)  Kayıhan Keskinok ile  Trabzon Lisesinde  birlikte  çalıştığı Faroz’lu resim  öğretmenidir.Bu değerli  isimler  sayesinde resim sanatı  Faroz’da  hep sevilir,  ilgi  görür. Osman Zeki Demirkale’nin  sanata  yönelmesinde  bu ortamın kuşaklara  devredilen  mirasının katkısı  mutlaka fazladır. 1964 yılında Liseyi  bitirdiğinde kendini  İstanbul Devlet  Güzel Sanatlar Akademisi’nde  bulur.Akademinin  en bilinen  hocalarından Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Trabzon’lu  olması , Trabzon’lu gençleri  mıknatıs  gibi akademiye  çeker. O dönem Trabzon’dan  Akademiye gelenler  arasında Burhan Uygur, Mehmet Özer, Muzaffer Akyol, Mustafa Ata, Saldıran Özmen gibi isimler de vardır.Beş yıl İstanbul’un ve Akademinin  havasını  soluduktan sonra  Adnan Çoker  atölyesinden  mezun  olur ve tekrar Trabzon’a  döner.Uzun yıllar Trabzon’un  çeşitli okullarında resim öğretmenliği yapar…

Akademide  bir  çok hocadan aldığı dersler, öğrendiği  bilgiler, derin  ilgisi ve  merakı ile  çoğaldıkça  resim öğretmenliğinin rutin yaşamı  ona  yetmez. Mesleğinin yanı sıra  resim çalışmalarını da sürdürür.Sergiler  açar.Siyah beyaz fotoğrafçılık  ayrı bir tutkudur onun için.Siyah ve beyaz lekenin gizemine  erdikçe; resimde   leke  ve  biçim  yalınlığına ulaşmak gerektiğine  inanır.  Çocukluğundan beri  taşıdığı Faroz  ve  deniz  tutkusunu  teknik  becerisi ile  birleştirir.Bu tutku  onu  omurgasını kendi çattığı, kendi teknesini yapacak kadar usta yapar. Doğa  tutkusu , inceleme,  gezme, görme, keşfetme, araştırma  yaşamının omurgası olur.

1995 yılında  yollarımızın  kesiştiği Osman Zeki  Demirkale için KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Resim Bölümü  yaşamının bundan sonraki belirleyeni olmuştur. Üniversitede  görev yaptığı dönemde  derin bilgi   birikimini öğrencilerine samimiyetle aktarma  gayreti  içinde  olur.Sanatta  analitik düşünce tarzı ve  teknik becerinin birlikteliğine  inanır. Ona göre sanatsal  yaratmanın temelinde etkin gözlem ve keskin kavrayış vardır.2002 yılında özgür ruhuna  uygun  olmadığını düşündüğü  üniversite  ortamında  kalmayı  tercih etmez  ve emekli  olur.

Osman Zeki Demirkale’nin  yaşamında  ve sanatında  çocukluğundan  beri onu biçimlendiren  Faroz kültürü  hep  vardır.1963 yılında Sahil yolu yapılıp evi  ile  denizin arasına boylu boyunca  uzansa da; o, denizden hiç kopmaz.Deniz ondan uzaklaştıkça o denize gider. İlk çocuğunun adı Deniz’dir. Teknesinden vazgeçtikten sonra  da sürer  deniz  tutkusu. Çünkü Faroz   demek; deniz  demektir,balık demektir. Faroz  demek; martı çığlığı demektir.Faroz  demek;  hareket  ve hayat kavgası demektir. Her gün sabahın  erken saatlerinde  Faroz’da  kıyıya  iner, sabah çayını Faroz Balıkçı Limanında  yudumlar. balıkçıları, tekneleri, ağdaki balıkları , martıları , kuşları izler, fotoğraflar…onları resme  aktarır. Bu gözlem aynı zamanda hızla  yok olan Faroz kültürünün  gündelik  görsel kayıdı gibidir. Bir kaç yıl önce açtığı “Faroz’un Kuşları”  fotoğraf sergisi  bu konuda  bir  farkındalık  yaratma  projesidir. Düşünün ki  bir insan yaşamında doğduğu, büyüdüğü sahilin iki  kez elinden alınıp doldurularak denizden uzaklaştırılmasına  tanık  olmuştur.

Osman Zeki Demirkale; kendi yaşamının önceliklerinin  dayattığı sorunlara çözüm ararken  dayanışmacı ve paylaşımcı  kimliğinin  getirdiği  misyonla  çevresindekilerin sorunlarına  da  çözüm  bulmak için uğraşır. Mekanik tamir, inşaat, deniz ve tekne  işlerini  ressamlığı ve fotoğrafçılığı ile  paylaşır.Fotoğraf makinası  bozulan, elektronik aleti bozulan  soluğu  onun kapısında  alır. Bu çok  yönlülük ona  bir  alanda  çok sayıda  eser vermesini engellemiştir ama; iyi gözlemci ve çözümcü olmayı öğretmiştir. Yaşamı;  çözülmesi  gereken bir  problem gibi  düşünen  Osman  Zeki Demirkale;  sanatı estetik problem  üretme çözüm bulmanın  uygulama   alanı olarak görür.

Resimlerini incelediğinizde; gözlem ve izlenimlerin aktarılması onu izlenimciliğe, iç dünyanın yansıması,anlık fırça vuruşları dışavurumculuğa  yaklaştırsa da ; o ne izlenimci, ne de dışavurumcudur. Çalışırken  ne izlenimci  savrukluğu ile kompozisyon  iddiasından  vazgeçer, ne  expresif taşkınlıkla  aklın denetimini reddeder. Ona  göre resim;  ciddiye alınması gereken, aklın süzgecinden  geçmiş, çoklu disipline  dayalı estetik bir  iştir. Kendi deyimi ile  “Bu iş namusu ile  yapılmalıdır.Hesapsız, kitapsız;  ölçüsüz, oransız resim yapılmaz”.Resminde modern bir dil  kullanmasına  karşın Akademinin klasik eğitiminin resim süreçlerine  hep  bağlıdır.Resmin temel ilkeleri , yeni  neslin  pek  ciddiye  almadığı  ama onun asla  vazgeçmediği resminin anayasası gibidir.Resimde  süslemeden ve fazla elemandan  hep  kaçınır. Her şey yeteri kadar  olmalıdır. Mizacıyla da örtüşen resim dilindeki bu minimalist tavrı aynı zamanda  hocası Adnan Çoker’in  resim-sanat felsefesinin  etkilerinin yansımalarıdır. Üst üste bindirilmiş , çoğu zaman birbirini yatay yönde  destekleyen  fırça lekeleriyle  oluşan yalın formlar  önce  kendini anlatır.Yeteri  kadar teknik ve estetik olgunluğa eriştikten sonra bir  hikayenin  parçası  olurlar.Bu nedenle  konu ve tema çok  önemli  değildir Osman Zeki Demirkale  için. Ancak samimi  anlatımlar  için yaşanmışlıklar  önemlidir.Bu  yaşanmışlıkların  ana  mekanı da  Faroz’dur.Yetkin  bir  gözlemle damla damla  biriktirdiği görsel  algıları tual  yüzeyinde  çok samimi,  sade, yalın, etkin ve çok renkli kompozisyonlara  dönüşür.Bu  kompozisyonlarda çoğu zaman  deniz, balık, balıkçılar, tekneler, horon oynayanlar, ağ örenler, martılar, Karadeniz peyzajları görülebilir.

Karadeniz  (Trabzon ) ressamları  rengi sever.Osman Zeki Demirkale rengi doğal  gerçekliğin gereği  olarak  değil, resminin izleyici  tarafından  keyifle  izlenmesi için tasarım problemi  olarak  ele  alır.Bu  nedenle özel  karışımlarla  olgunlaştırılmış renkler  hangi armonik skalada olursa  olsun  ışık  değeri  ve  doygunluk  açısından  sayısal  değerlerle  ifade edilebilir.

Altı  yıl    KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi  Resim Bölümünde  birlikte çalıştığım, aynı odayı  ve yirmi yıllık dostluğu paylaştığım  Osman Zeki Demirkale  sanat üretiminde  kesintiler  yaşasa da; Trabzon’da sanat kültürüne  farklı  alanlarda  kırk yılın üzerinde  katkı sağlamıştır. Taşrada sanat  yapmak, üretmek  zordur. Yaptıklarınızın bir  şekilde karşılığını almanız  gerekir ki yeniden  üretebilesiniz.O hiç bir  resmine  para  gözü ile  bakmamıştır. Şimdilerde “ tuale  iki  fırça  atıp  bunu  kaç  liraya  kime  satarım”  şeklinde  düşünenlerden olmamıştır. Düşlediği  resmi yapabiliyor olmanın  mutluluğu  ona  yetmiştir. Yetiştirdiği bir  çok  öğrenci de onun  izlerini yansıtacaktır.
 Farabi’ye göre “Sanat ve bilim itibar  gördüğü  yerde  barınır”. Eğer bir  toplumda bilim  insanı  ve  sanatçılar değer görüyorlar ise o toplumların  geleceği  parlaktır. Trabzon’da yaşayan ressamlar  içinde resmi  en iyi  bilenlerden  biri diyebileceğim  Osman Zeki Demirkale;  olgunluk döneminde kendi  memleketinde uzun  bir  aradan sonra tekrar  eserlerini sergiliyor ise; onun kentine  verdiklerinin  karşılığında kentinden ilgi ve değer  görmeyi beklemek hakkına  sahiptir.Trabzon da üstüne  düşeni yapacaktır  diye düşünüyorum. 14.06.2015


24 Mayıs 2015 Pazar


LOUVRE VE ANADOLU İZLERİ


Öğr.Gör. Kadir ŞİŞGİNOĞLU
KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi

Fransa  denildiğinde  akla  il gelen  Paris, Paris  denildiğinde de  akla  ilk gelen Eifel kulesi  sonra   Louvre  müzesidir. Paris Dünya fuarına (Paris Expo) sembol giriş kapısı arayışıdır Eyfel Kulesi’nin inşa sebebi.  Düzenli olarak organize edilen fuarın o yılı, (1887-89 yılları) Fransız Devrimi’nin 100. yılına denk gelir. Yapımcı inşaat firması  Gustava Eiffel, Bilim ve Endüstri Çağının kutlanması ve devrimin yüzüncü yaş yılı anıtı olarak  yapıyı sembolleştirmiştir.Kule yapımcısının adı  ile  anılsa da   siparişi veren İsviçreli Maurice Koechlin ,  kuleyi tasarlayan ise Stephen Sauvestre'dir. 
Dünyanın en büyük müzelerinden  biri olan Louvre Müzesi bir  müzecilik  ikonudur.Yılda 8.5 milyonun üzerinde  ziyaretçisi  olan müzede Antik çağdan  başlayarak modern çağa  kadar sanatın  bütün gelişmelerini görebileceğimiz otuz beş binin üzerinde sanat  yapıtı bulunmaktadır.
Louvre Müzesi’nin tarihi 1190 yılında kraliyet adına Philip Augustus tarafından Louvre Kalesi'nin kurulmasına kadar dayanır. Bu kale Paris'in batı yakasını gelecek çeşitli saldırılardan korumak amacıyla yapılmıştır. Kalenin yıkılmasının ardından şimdiki Louvre'a ait ilk bina ise rönesans etkileriyle mimar Pierre Lescot tarafından 1535'de yapılmıştır.1984 yılında  kale  kalıntıları açığa  çıkarılmış müzenin  altında  sergilenmektedir.Louvre Müzesi  şehrin merkezinde Seine Nehri'nin sağ yakasıyla şehrin ünlü yerlerinden birisi olan Rivoli Caddesi arasındadır. Büyük bir sanat destekçisi olan Kral IV. Henry ise (1589-1610) ek olarak, o dönemde dünyanın en büyük ve uzun binası olan Grande Galerie'yi yaptırmış, yüzlerce sanatçı ve ustaya bu binanın aşağı katlarında yaşamaları için davette bulunmuştur.
1560'da Kraliçe Catherine Medici’nin  başlattığı Denon Kanadı'nın inşası  XIII. Louis (1610-1643) tarafından tamamlatmıştır. XIII. Louis tarafından sarayın kuzey tarafında yaptırılan Richelieu Kanadı uzun süre boyunca Ekonomi Bakanlığı olarak kullanılmıştır. Bakanlığın taşınmasının ardından yenilenen bölüm 1993'de; müzenin 8 Kasım 1793'te Fransız Devrimi'nden sonra halka ilk kez açılmasından 200 yıl sonra, yeniden sanat galerisi haline getirilmiştir. Binanın III. Napolyon (1852-1857) tarafından eklenen kanadı ise yeni-barok tarzın İkinci İmparatorluk dönemini yansıtmaktadır ve detaylı heykellerle yüklüdür. Burada yürütülen yapım çalışmaları 1876'ya dek sürmüştür. Louvre’un avlusundaki cam piramidin öyküsü  ise Eski Fransa Başkanı François Mitterrand’ın önerisi ile başlar. 20.6 metre yükseklik, 35 m. Kare tabanlı  Piramit Çinli mimar, I. M. Pei tarafından yapılmıştır. Piramidin altı Müzenin ana girişidir.

Yedi  bölümden oluşan müze uzun süre Ulusal Müzeler Direktörlüğü tarafından yönetilmiştir.Daha sonra  kendi  kendini  yönetme  hakkı  kazanmıştır.Şu andaki müze Direktörü 2001 yılından beri görev yapmaktadır. Müzenin en yeni bölümü ise müzenin bahçesine çatısı uçan halı şeklinde   tasarlanmış İslam Sanatları bölümüdür. Bir kısmı bağış alınarak 100 milyon Euro harcama ile  yapılan bölümde İslam eserleri  sergilenmektedir. Bağışta bulunanlar arasında Kuveyt, Umman ve Fas ile Azerbaycan da vardır. Suudi prenslerinden Velid bin Talâl kendi cebinden tam 20 milyon euro vermiştir. 

Dünyanın en saygın müzelerinden biri olan Louvre Arkeolojik eserler bölümünün oluşturulması sergilemelerindeki  tutumu nedeniyle saygınlığına  gölge düşürmüştür.Bunun  nedeni Fransızların  ve Louvre  Müzesinin Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında bulunan antik ve arkeolojik  eserlere olan  yasadışı ilgisidir.Osmanlı İmparatorluğunun  zor  yıllarında ekonomik , siyasi ve askeri    ilişkilerin kolaylaştırılması  adına yapılan  diplomatik baskılar sonucu kimi izinli kimi izinsiz kazılarda bulunan çok sayıda  eser Fransa’ya kaçırılmıştır.Fransızlar bununla da yetinmemiş Türkiye’den 19. yüzyıldan itibaren çalınmış olan çok sayıda eseri satın almış yahut bağış olarak kabul etmişlerdir. Şimdiye kadar mükemmel şekilde korudukları bu eserleri  şimdi “Louvre Kolleksiyonu” diye sergilemektedirler. Sergilenirken tabi ki Anadolu Eserleri Bölümü adı altında  sergilenmiyor. Eserler o dönemde  yaşanan kültürlerin  bulunduğu bölümlere yerleştirilmiş.İzlerken aynı toprağın kokusunu ve sıcaklığını  hissettiğiniz  eserlerin altında bulunan açıklamaları  okuduğunuzda içiniz burkulabilir. Farklı tarihlerde müze  ajanlarının Louvre’a  kazandırdığı Anadolu kökenli eserlerden sergilenenler şunlardır.
*MÖ 3. bine tarihlenen Anadolu mermer idolleri
*(Behramkale) Assos Athena Tapınağı frizlerinin on tanesi
*Klazomenai (Izmir/Urla) tipi boyalı iki lahitin en sağlam örnekleri
*Koltukta oturan üç arkaik kadın heykeli (Milet/Aydın)
*Sardes Aslanı (Manisa/Salihli)
*Antik dönemdeki adı Daphne olan bugünkü Harbiye Antakya’ dan getirilen muhteşem Mevsimler Mozaiği
*Aydın yakınlarındaki Menderes Magnesia’sının Artemis Tapınağı’na ait kırk dört adet yüksek kabartmalı sahneler içeren friz parçası ve dört adet aslan başlı çörten.
*Didim Apollo Tapınağı’ndan getirilen MÖ 3-2. yüzyıllar arasına tarihlenen iki büyük sütun kaidesi
*Milet’ten MÖ 3. yüzyıla ait dört adet karyatid
*Mitolojideki “Uç Güzeller” öyküsündeki Paris’in altın elmayı hangi tanrıçaya vereceğine karar verdiği sahneyi canlandıran mozaık ( Antakya’ dan )
*Antakya’dan bir lahtin uzun yüzündeki yüksek kabartmalı cenaze sahnesi
*9 bin yaşındaki Anadolu tanrıçası heykeli
*Kültepe-Kaniş, Karumu’ndan (MÖ 2000) aslan heykelciği görünümündeki törensel içki kabı
*Hitit imparatorluk döneminden Geç Hitit (Maraş, Gaziantep-Yesemek) kabartmalarına uzanan yontuculuğun seçkin örnekleri
*1895’te Louvre’a gelmiş 16. yüzyıl mercan kırmızılarının hakim olduğu çiniler, panolar, kupalar, tabaklar, beyaz-mavi İznik Çinileri
*17. yüzyıl tombaklar ve halılar(Uşak)
*2.Mahmut tarafından hediye  edilen Bergama Küpü (1)




                                                                                Bu  listede olmamasına  karşın Osmanlı yönetimi altındaki  Ege adası  Milos da bulunup kaçırılarak Louvre müzesine getirilen ve müzeye  büyük  bir  prestij  kazandıran Milo Venüsü’nden  söz etmek  gerekir.Milo Venüsü Leonardo’nun  Mona Lisa’sı ile birlikte  Louvre’un en ünlü  iki  eseridir.Milo Venüs’ün Louvre  gidiş  öyküsünü  Erol Makzume yazdığı makalede şöyle anlatır.”1820’de Milos Adası’nda Yorgos Kentrotas adındaki bir köylü tarlasında çalışırken Yunan mitolojisinde Afrodit diye bilinen tanrıçanın heykeliyle karşılaşır. Kaidesindeki imza incelenince Antakyalı Alexandros’a ait olduğu anlaşılır. Ada açıklarındaki Fransız donanmasında görevli bir subay heykelden haberdar olup Fransız Büyükelçi’yi eserin Fransa’ya kazandırılması için ikna eder.”Makzume’ye göre iş daha da ilginç bir hal alır çünkü heykeli satın alıp Fransa’ya yollaması için gönderilen Vicomte de Marcellus bir sürprizle karşılaşır. “Sultan II. Mahmud’un Ortadoğu donanmasında görevli sanatsever ve koleksiyoner Nikola Murusi adlı papaz, köylüden heykeli satın almış; Afrodit İstanbul’a gönderilmek üzere gemiye yükleme hazırlığındadır... 20 kadar Fransız askerle heykeli götüren adalılar arasında çatışma çıkar.”Heykel zarar görür ve elma tutan sol kolu kopar. (Ancak  heykeli ilk gören desenlerini çizen Fransız  ressam Votye heykeli  kolsuz  çizmiştir).Fransızlar Yunanlı yetkililere büyük paralar ödeyerek satışı durdururlar. Hasarlı heykel Fransız l’Estafette korvetine 26 Mayıs 1820’de yüklenip Osmanlı gümrüğüne beyan edilmeden kaçırılır. Louvre Müzesi’nde altı ay süren bir restorasyondan sonra XVIII Louis’ye sunulur." O da heykeli müzeye bağışlar.” Milo Venüs’ü  Louvre’un İtalyanlara geri  vermek zorunda kaldığı Medici Venüsü’nün yerini doldurmak amacıyla  böylesine tutkuyla istenmiştir.

Bundan sonraki  dönemi Dr. Sabiha Nevin İslam  şöyle anlatır; “1870 savaşı,  Louvre’un sanat eserleri  ile ilgili  kaygı  yaratır Fransızlarda. İstilâ tehdidi ve Prusya ordusunun da yaklaşması üzerine heykel hakkında da telaş başlar, zira Müzedeki diğer değerli eserler için de bazı tedbirler alınmaktadır, büyük üstadların en güzel tabloları, heykelleri vb. sarıldıktan kamufle edildikten sonra, "Brets" şehrine gönderilir. Tunç ve mermer eserlerin kolayca taşınması zorluğundan teşhir edildikleri salon zırhla kaplanır ve pencereleri de toprak dolu torbalarla tıkanır. Ancak, Venüs ise büsbütün farklı bir muameleye tabi kılınarak kamufle edilir.Meşe ağacından özel bir  tabut  yaptırılarak  içi pamukla  doldurulur heykel  içine yatırılarak değerli  birinin cenazesi  gibi Louvre’un karanlık  gizili  bölümlerinden bir  yere  gömülür.Bulunma  ihtimaline  karşı şaşırtmaca  yapmak için birkaç  yere  daha gömü süsü  verilir. Paris'in teslimini  takiben aralarında Bismark’ında bulunduğu Alman subaylarından bir grup Louvre'a kadar gelerek, Venüsü görmek istediklerini söylerler. Heykelin o gün misafir kabul etmediği cevabı alınınca, fazla üzerine gidilmez.
Paris sükunete  kavuşunca heykel  gömüldüğü  yerden  çıkarılarak yerine konulmak istenir.Ancak  bu sefer de Paris’in  Commun ayaklanması  baş gösterir.İhtilaciler Pariste bir  çok  yeri bu arada  müzenin bir  bölümünü de gaza boğup yakarlar. Patlayan su  borularından  biri eserin  fazla  zarar görmesini engeller.İhitlal sonrasında Venüs tekrar gömüldüğü yerden  çıkarılarak ikinci kez gün ışığına  kavuşur”.
Venüs  şimdi  Louvre Antik Grek heykel galerisinin en  başında bu kadar görmüş  geçirmişliğin yarattığı kendinden  emin  gülümsemesi  ile  izleyicileri  karşılamaktadır.

Bu galerinin  bir  başka salonunda  üzeri  atlı süvari desenli mermer bir küre görürseniz biraz duraksayıp  iyi  bakın sonra da  altındaki açıklamayı okuyun. “Bu eser  2.Mahmud  tarafından Fransa Kralı 2.Lois’e  hediye  edilmiştir”  bilgisini  okuduğunuzda İşte  o zaman üzüntünüz  daha da  artabilir.Okuduğumda  acaba gerçekten  hediye mi?, Yoksa  hırsızlığı  gizleyen  bir ifade mi?  diye  düşündüm. Türkiye’ye  döndükten sonra yaptığım araştırmada  bu sefer Fransızların günahını  aldığımı anladım. Hikayesi  şöyle; Bergamalı Hatip Mahmut tarlasında üç küp dolusu  Bizans  altını  bulur.Altınları Bursa Osmanlı  sarayına  haber  verir ve hazineye  bağışlar. Kendisine küplerden birisini alması önerildiğinde hatıra olarak boş bir küp alır, altınları istemez. Padişah onu “paşalık” ünvanı  ve göz alabildiğine toprak bağışı ile ödüllendirir.Bu para I. Murat Beyazid tarafından İstanbul’un kuşatılmasında kullanılır.  Hatip Mahmut ve oğulları, torunları Bergama’ya hanlar, köprüler, hamamlar yaptırırlar. Bergama’da  Küplü Hamam olarak  bilinen hamamda üstü süvari desenleri işli Bizans küpü 430 yıl saklanır. Bu kıymetli eserin defalarca alıcısı çıkar: 1784’te İstanbul’daki Fransız elçisi küpü satın almak ister ama aile “hatıradır” deyip vermez; 19. yüzyılda bir Fransız arkeolog devleti adına küpü almak için çok para teklif eder, aile gene vermez. Bir türlü satın alınamayan küp efsane olur. Sonunda Fransa Kralı II. Louis rica edince, devrin padişahı II. Mahmut onu kıramaz, küp hediye olarak Fransa’ya gönderilir. Küplü Hamam, o günden beri küpsüz! Meşhur küp ise Louvre Müzesi’ndedir.

Bir  başka  salonda sergilenen  Antakya’dan  kaçırılmış Paris’in altın elmayı  üç güzellerden  kime  vereceğini  gösteren mozaik pano ile mevsimler mozaiği panosu, Milet’ten  kaçırılmış şehir  girişi  kapısında  yer alan  rölyefler ,  dört  mükemmel  karyatid  ile  Magnesia  Artemis  tapınağının kırk dört  parça  yüksek  kabartmalı  rölyefi  ile  dört  adet  aslan başlı çörten üzüntünüzü biraz  daha  artırabilir.

İslam eserleri  bölümünde  3919/2 -265 envanter numarası  ile sergilenen  İznik  işi  çini panonun hikayesi daha da  ilginç bir  o kadar da  düşündürücüdür. SULTAN Abdülhamid’in, Albert Sorlin-Dorigny adındaki dişçisi Ayasofya Camii’nin avlusunda bulunan padişah türbeleri ile kütüphane binasını tamir etmek için izin talebinde bulunur.
Osmanlı Arşivleri’nde bulunan 4 Temmuz ve 10 Temmuz 1896 ile 14 Temmuz 1897 tarihli belgelerden anlaşıldığına göre  kendisine  restorasyon  izni  verilir. İkinci Selim türbesinin giriş kapısının sol tarafında bulunan ve 16. asır İznik çini sanatının en nadir örneklerinden biri olan duvar boyundaki koskoca panoyu “Fransa’ya gönderip temizleteceğim” diyerek bir güzel söker, Paris’e yollar, birkaç ay sonra sıradan bir Fransız çini atelyesinde imal ettirdiği sahtelerini getirip asıl panonun yerine duvara monte eder. Dişçi bununla da yetinmez.Türbelerden hepsi İznik çinisi olan başka panoları, kitabeleri ve bordürleri yerlerinden sökerek götürür ve yerlerine sahtelerini yerleştirir. İstediklerini alınca da İstanbul’dan ayrılıp memleketine döner ve çaldıklarını Louvre Müzesi’ne satar.
Uzun yıllardan beri verilen  hukuk  mücadelesi ile yurt  dışına  kaçırılan  çok  sayıda eser tekrar kendi  topraklarına  döndürülmüştür. Bu konuda Fransa nezdinde yapılan  girişimler Louvre müzesinin eserlerin satışının yasal olduğuna ilişkin ısrarı nedeniyle  sonuçsuz  kalmıştır.İşin garip  tarafı  Louvre Müzesinin  İslam eserleri  bölümünün şu andaki  yöneticisi Yunanistan ve Fransa’da sanat tarihi eğitimi alan , 25 yıldır Louvre Müzesi’nde Fransa Kültür Bakanlığı kadrosunda uzman olarak görev yapan İlhan  Alemdar’dır.Bir sanat  tarihçi  ve müzeci  olarak gurur duyduğum  bu duruma  üzülmek mi sevinmek mi gerekir ben karar  veremedim?
T.C. Kültür  Bakanlığı Yurt dışına  kaçırılan eserleri kaçırıldıkları yerlerde  kaçıran ülkeleri  teşhir  etme  kararı  almıştır.Ayasofya  Müzesine  yolu  düşenler  levhası çalınan çini panonun önündeki bilgi panosunda şu  metni  okuyacaklardır. “Osmanlı Devleti döneminde 1882 - 1896 yılları arasında Fransız uyruklu Albert Dorigny tarafından yapılan restorasyon çalışmaları sırasında burada bulunan ve 60 karodon oluşan 16. yüzyıl İznik çini pano şaheseri, restorasyonunun yapılması amacıyla Fransa, Paris’e götürülmüş ancak Sevr’de taklidi yapılarak geri getirilmiş ve aslının yerine monte edilmiştir. Bu durum tamamen güveni kötüye kullanma ve bir sanat hırsızlığı örneğidir. Şu an önünde bulunduğunuz bu çiniler asıllarının bir kopyasıdır. Orijinal çinilerimiz Fransa - Paris Louvre Müzesi’nde İslam Eserleri Seksiyonu’nda 3919/2 -265 envanter nosu ile ‘Ayasofya Müzesi’nin haziresinde Sultan 2. Selim Türbesi’nin çinileri’ bilgisiyle sergilenmektedir”.
Ülkemizin açık  hava  uygarlıklar  müzesi konumunda  olması, Osmanlı  döneminde  Osman Hamdi Beye  kadar  bu alan ile ilgili bilinç  düzeyinin  düşüklüğü  ülkemizi yağmaya  açık kültür  varlığı havzası olarak görülmesini sağlamış, batılı tacirlerin, devlet  adamlarının, müzelerin ve  müze  ajanlarının ilgisini  çekmiş, sahip  olma  iştahını  kabartmıştır.Bu nedenle Ülkemiz  kültür  varlıkları  ve  tarihi  eserler ile ilgili  insafsız bir yağmalanma süreci yaşamıştır.Bunun  önüne  geçilmesi tarihi eser, kültür varlığı  ve  müzelerin  önemini başta  çocuklarımız  ve  gençlerimiz  olmak üzere  bütün  vatandaşlarımıza  kavratmamızla  mümkündür. 



Kaynaklar
1. P.Quoniam. Louvre, Editions de la Reunion des musees nationaux, Paris, 1997.
2. S. Aydıngün, Louvre’daki Anadolu, Skylife, Mart 2000 (http://www.aydingun.com)
3.Prof. Dr. Zafer AYVAZ  Ekoloji Magazin   Sayı : 2.Sayı (Nisan - Haziran 2004)
4.Erol Makzume,Milo Venüsü Fransa’ya Nasıl Kaçırıldı? Atlas Tarih sayı 5.4.http://t24.com.tr/haber/ayasofyada-tarihi-eser-hirsizligi-teshir-ediliyor,220361                               6. Prof.Dr. Nevin İslam  Milo Venüsü’nün  Öyküsü  http://www.gorselsanatlar.org/heykel/milo-venusu-louvre-muzesi/

14 Şubat 2015 Cumartesi




BABALARININ  YÜREĞİNDEN  KOPARILAN  ÇİÇEKLERE
KANADI   KIRILAN MELEKLERE,                                                                                                 

Kadir  ŞİŞGİNOĞLU*

Tecavüz  en aşağılık insanlık  suçudur.                                                                                                     Şiddetin, tacizin mazur görülebilir  hiçbir  yanı olamaz.                                                                          Bir  insan hayatına son verme ise; aklı - vicdanı olan hiçbir insanın yapamayacağı bir  şeydir. Bunların hepsini birden yapanlar hastalıklı ruh halleri bedenlerini sardıkça  içlerinden insanlığı  sıyrılmış yaratıklardır.

Kapitalist sistem; toplumların gelenekleri, inançlarına  dayalı değerleri  de kullanarak daha çok erkeğin gücünü  artırıp kadını erkeğin yaşamını  kolaylaştıran  bir  nesne durumuna  indirgemiştir.Bizim gibi ; kızlarla erkekleri yan yana dahi düşünmeyen  kapalı toplum  modelinde   bir süre  sonra  sonra  erkek   için  kadın algısı cinsiyet ve cinsellik algısına  dönüşür. Erkeklerin ayrıcalıklı büyütüldüğü  toplumumuzda  erkek çocuk, kadına küfüre  özendirilir.Çocuğun küfür etmesine anneler ablalar bile  ses çıkarmaz,hatta  onaylar. Küçücük erkek  çocuklara anneler ve kız  kardeşler  hizmet  ettirilir.Böyle  ailelerde babasının istediği  zaman annesine, kız  kardeşine bağırıp  çağırmasıyla büyüyen  erkek çocuk babanın, kız  çocuk ise annenin rolünü benimser.Böyle erkek çocuklar  kadına  şefkat duymadan büyürler.Buna  birde sözüm  ona muhafazakar ve dindar toplumun alık  alık  seyredilen  dizilerde özgür  ruhlu, hafifmeşrep, seksapeli fazla,dilediği ile  ilişki  yaşayan, evlilik dışı  çocuk yapabilen kadın tiplerinin zayıf ruhlu erkeklerin  algı dünyalarına  kodlanması eklenince  toplumsal zaafiyet başlamıştır.Böyle  erkekler  için kadınlar - kızlar cinsel objedir.Hamile kadının  bile sokakta  görünmesini tahrik  edici bulurlar. Bu tipler kadınlarla  arkadaşlık  kuramazlar, hiçbir kadını insan  olarak  görüp iki  dakika sohbet edemezler, gözleri  kadının  orasında burasındadır.  Otobüste,metroda önündeki,  yanındaki kadın  ya da genç  kızları gözleri  ve bedenleri  ile taciz  ederler. Dolmuşta  bacaklarını  yayarak  oturup  rahatsızlık  verirler. Köşe başlarında kümelenip  kadınlar  ve   kızlar  geçerken laf atıp taciz  ederler.  Birbirlerini  gaza getirip, zaman  zaman da bunlardan  hoşlanan  kadın ve  genç kızların tavrından  cesaret alarak içlerindeki hayvani  arzularını büyütürler.Böylelikle sapık  eylemlerin altyapısı  hazırlanmış  olur.

Son dönemlerde duyduklarımız, okuduklarımız, gördüklerimiz  derin  üzüntü ve  kaygı  verici  bir   sosyal  çözülme  yaşadığımızı düşündürüyor. Küçücük  erkek  çocukların  kendilerinden  büyük  kız  çocuklarına ,kocaman erkeklerin de çocuğu  yaşındaki  kız  çocuklarına  bakışı farklılaştı.Kırmızı ışıkta yanında  duran bayan sürücüyü  otuz  saniyeliğine bile salyası akarak taciz  etmeyi meziyet bilen  bir  yığın erkek  dolu.Bu tip erkekler ne  yazık ki  olması  muhtemel kadına  yönelik  şiddet  olayının mağdur  edeni…

Özgecan(ımız)la  ilgili haberleri  okuduğumda yaşanan  böyle  bir canavarlık ancak insanlığı  küçültür diye  düşündüm. Özgecan’ın okulundan evine güven içinde dönemeyişinden, onu  bekleyen ailesi annesi,babası ile  birlikte  olamayışının sorumlusu bu toplum ve kadını sadece erkeğin istediği gibi kullanabileceği bir  obje  gibi  gören erkeklerdir. Erkeklerin  bu isteklerini onların varlıksal haklılığına bağlayıp, teslimiyet içinde hayatlarını sürdürüp,  kadın üzerinde hak iddia  eden erkek neslini çoğaltarak suç ortaklığı  yapan kadınlar da  en az erkekler  kadar suçludur.
Yirmi iki yaşında bir  kız  babası  olarak,bir  erkek  olarak bu gün kendimi  çok  kötü ve sorumlu hissediyorum. İnsanlığımdan, erkek olmaktan utanıyorum. Dün kızımın doğum  günü için “babalar için kızları; içinde, en derinde  yetiştirdiği ve  her  zaman  taze  kalacak bir  çiçektir” diye  yazmıştım. Bu tanımsız  yaratıklar pis  elleri  ile Özgecan’ın  babasının yüreğinden o  taze  çiçeği koparıp aldılar.Bugün Özgecan’ın babası cenazede “meleğimin  kanadını kırdılar” diye söyleyerek evladını   toprağa verdi.                                                                                                                                         
Bugün bizim insanlığımız küçüldü.         
Bugün ruhlarımızdaki asalet  cüceleşti.                                                                                        
Bundan sonra  isterse en  küçük bir  şiddet  olayı  olmasın, hiçbir  kadına  el  kalkmasın o babanın  yüreğindeki çiçek  geri  gelmeyecek, o meleğin  kanatları bir  daha  hiç  olmayacak.                             Özgecan’lar, anneleri, babaları  sizlerden  özür diliyorum.


29 Ocak 2015 Perşembe











 “DİRİLİŞ” SERGİSİ, KAYIHAN KESKİNOK VE  TRABZON

Kadir ŞİŞGİNOĞLU *

Türk resminin çınarı, usta sanatçı Kayıhan Keskinok'un “Diriliş” isimli  yeni  bir  sergisi 26 Ocak Pazartesi günü (92.yaş gününde) Ankara  Fırça Sanat Galerisinde   açıldı.Sergisinin açılışına Trabzon’a dönmek zorunda  olduğum için  katılamadım.Aynı  galeride 23 Ocak günü biten sergimi toplarken  boşalan duvarlarda Kayıhan Keskinok hocamın eserlerinin yer alacağını düşünerek  heyecanlanmıştım.
23 Ocak günü bana veda  etmeye  gelen dostlarımla sohbetin uzaması  nedeni  ile toplanma  işim  öğleden sonraya  kalınca hocamın sergileyeceği  resimleri  bir arada  görme  fırsatım  oldu. Sağolsun Semra Sancak fotoğrafımı çekti.Yoksa  benim aklıma gelmeyecekti .Oğlu Çağatay Keskinok ile de  tanışmış  olduk. Serginin  yerleştirilmesine  tanık  oldum..Büyük boyutlu anıtsal  kompozisyonlarını, Atatürk portrelerini, Anadolu  kadınlarını ve sergiye  adını  veren “Diriliş” resmini  gördüm.Çoğunluğu  yakın zamanın  resimleri.Hatta  bazılarını (rahatsızlığı nedeni  ile  acilen hastaneye  kaldırılınca)  imzalama  fırsatı bile  bulamamış.”Diriliş” isimli resmi ile Gezi hareketine  dünyada eşi benzeri bulunmayan gençlik hareketinin sonu ölümlerle ve sakatlıklarla dolu acı anıları Cumhuriyetimizin önüne çıkan barikatlerin yıkılışı, 'Diriliş' sergisinin simgesi oldular”, diyerek Türk toplumunun ve  kentlerin uyanışına, isyanına tanıklık etmiş. Sis bulutunun içinden öne  fırlamış heybetli figürlerin, heykelsi formlarıyla “kuvay-ı milliye” destanında yerini  beğenmemiş  Köroğlu narası ile Bolu Beyine  kafa tutan figürlerle akrabalığını seziverdim.
Kayıhan Keskinok’un. resimlerini izlerken  Ümit Yaşar Gözüm’ün deyimi  ile “aslında varlığına inanmakta zorlanacağımız mitolojinin cocuksu niteliklerini, tarihin gizeminden günyüzüne çıkaran . bir düş avcısı" olduğunu anlarsınız
Bir  şeyin  değerli  olması  demek benzerlerinden  çok  kolay  ayırt edilmesi, üzerinde  az bulunur  özelliklerin fazlaca olması demektir. Bir insanın değerli  olması demek  hayatta dimdik durması , savunduğu  ilkelerden  vazgeçmeden  yolunda  yürümesi demek. Söyleyeceğini hiç  kimseden çekinmeden dosdoğru  söylemesi , boyuna  posuna, cüssesine bakmadan gümbür, gümbür  yürümesi demek.  Bir sanatçının değerli  olması  demek;  üretmeye, yaratmaya  tutkuyla  bağlanması , bu toprakların ürettiklerini gözü  gibi  kollayıp, destanlaştırarak düşünsel  refleksleri ağırlaşmış halkının zihnine  işleyebilmesi  demek. Sahtekarlığın, riyakarlığın, yalakalığın  bolca  olduğu bu dünyada  ülkesi ve insanı  için üretmeye  devam ederek  paylaşması demek.
1923 İzmir  doğumlu Kayıhan Keskinok  hocamız Cumhuriyetle  yaşıt. Görkemli üslubunun izlerini taşıyan anıtsal  kompozisyonları, dur - durak  bilmeyen araştırmacı , entellektüel kimliğinden  beslenen öğretmenliği ve  yüksek sorumluluk duygusu  ile Anadolu- Halk  ve Cumhuriyet kültürünün çağdaş  dili olmaya devam eden üretken  sanatçılığı  ile Türk resim  sanatının koca  çınarlarından biridir.
Çocukluk ve  gençlik  yaşamının her anı  mücadeleler ile  geçmiştir.Bu mücadeleler  onun yaşam felsefesini  olgunlaştırmış,yaşama  karşı duruşunu  donatmıştır.  Ümit Yaşar  Gözüm’e göre  Kayıhan Keskinok, bir kavga adamıdır. Onun kavgası sokaklarda yaşanılan sıradan olanın peşinde, ucuz kabadayılıklar içermeyen, her şeyin insan için olduğu hümanist bir anlayışın, yaşadığı toprakların evrensel mutluluğa ulaşmasına inanan ütopik bir kavgadır. İnsanın olduğu yerde güç, kıskançlık, yücelik ve aşk vardır. Bunların olduğu yerde de kavga. “
“Acılardan Umut ve Güvene” adıyla kaleme aldığı yaşam serüveni, Kayıhan  Keskinok'un  yaşama karşı duruşunun  acılı yolcuğunun  tarihsel belgesidir. Bu  belgede çocukluğunu şöyle  anlatır  Annem bana hamile, evleri kaçan düşman tarafından yakılıyor, etrafındaki İzmir’deki evler yakılıyor, 9 Eylül öncesi..Türk Ordusu İzmir’e girerken, yakılıyor, evsiz kalıyorlar..Bir camiye sığınıyorlar..Annem bana o günleri sonradan anlattı. Altı ay sonra ben doğuyorum. Sonra Uşak’a göçüyoruz. Her yer yanıklar içinde Uşak’ta yakılmış, harabe halinde…Benim çocukluğum o kararmış kiremit parçaları arasında geçti”.
Karakteri ve hayata bakışı kendisi gibi dünyayı aynı umut ve acı penceresinden gören insanlara  yakınlaştırmıştır onu.Adana’da Ortaokul döneminde Yaşar Kemal ile aynı sınıftadır.Şiirin edebiyatın tadına varırlar. Boğazlıyan Ortaokulunda Rıfat Ilgaz ile birlikte  hocalık  yapar.Tiyatro sahneye koyar.Edebiyat, felsefe,tiyatro halkevleri…Bir aydın ve entelektüel sorumluluğu ile  Cumhuriyetin  yaratmak istediği toplumun mimarlığına  soyunur kendi alanında. Sonra  uzun bir  sanat  yaşamı ,sayısız sergiler,  birbirinden değerli  çok  sayıda eserler.
Değerli  hocamla yakın tanışıklığımız, sohbet etme fırsatımız olmadı. Umarım  sağlığına  kavuştuğu  bir gün “yaşamımızda ve sanatımızda ortak  nokta  Trabzon’u” konu alan sohbetimiz  olur. Hocam diyorum çünkü; 1962-68 yılları arasında Gazi Eğitim Enstitüsünde  görev yapmış.1964 yılında öğrencileri olan Hasan Pekmezci Vedat Can, Zafer Gençaydın,Veysel Günay, Hayati Misman, 1979-83 yıllarında Gazi Eğitim Fakültesi Resim Bölümünde benim hocalarım olmuştur. Dolayısı ile Kayıhan Keskinok hocalarımın  hocasıdır.
Hasan Pekmezci  öğrencilik dönemlerini anlatırken en çok  ders dışı gece sohbetlerini vurgular ve o süreci “sanatın düşünce boyutunun, siyasal ve toplumsal sorunların ifadesi boyutunun altının sıkça çizildiği bir sanat felsefesi dersi gibiydi, toplandığımız her gecemiz. Ihlamur içmenin bir bahane ve asıl beklentinin kültürel kazanımlarımız olduğu bir gece. Sanattan, siyasetten, toplumsal yaşamdan, inanç sistemlerinden, evlilikten, eş seçiminden, insan ilişkilerinden, ressamlıktan, eğitimcilikten, yurtdışı müzelerden, sanat merkezlerinden, yeni çıkan sanat kitaplarından bilgiler edindiğimiz, donandığımız bir ortam.Kayıhan Keskinok öğretmenimizin nöbetlerini dört gözle beklediğimiz bu gönüllü eğitim süreci sanat kitaplarının, sanat sergilerinin, görsel birikim olanaklarının çok sınırlı olduğu bir dönemde bizleri belli aşamalara taşıyan en önemli beslenme kaynaklarımız oldu diyerek anlatır.
Kayıhan Keskinok  1953-1962 yıllarında  Trabzon da görev  yapmıştır.Önce  (daha sonradan Kanuni Ortaokulu  ismini alacak olan) Karma  Ortaokul, sonra da Trabzon  lisesinde  bir çok öğrencisini keşfederek resim eğitimine yönlendirmiştir. Muzaffer Akyol, Süleyman Saim Tekcan, Yusuf Katipoğlu, Osman Akbay, Mustafa Ata, Burhan Uygur,Mehmet Özer gibi Türkiye’nin  tanınan  bir çok  ressamı onun öğrencileri  olmuştur.Yine  farklı dönemlerde öğrencisi olan Haydar Durmuş, Osman Zeki Demirkale , Saldıran Özmen de liseden sonra resim egitimi alarak Trabzon’da  sanat  yaşamını  sürdürmüş sanatçılardır.Şair- yazar-gazeteci Atila Aşut ve Trabzon eski Mimarlar Odası Başkanı Bekir Gerçek de ondan çok şey öğrenen, etkilenen Trabzon Lisesinden  öğrencileridir.
Atila Aşut edebiyat öğretmeni ile sorunlar yaşayıp küskünlük dönemine  girdiğinde onu yüreklendirir.Toplumcu bir şair-yazar-gazeteci olmasındaki payı  büyüktür.Bekir Gerçek öğrencilik döneminde onun çok yakınındadır. Sürekli  resimler yapar.Severek aldığı resim eğitimi onun hayatını değiştirir.İstanbul’da  kazandığı Tıp Fakültesini hiç düşünmeden bırakıp resmi kullanabileceği mimarlık eğitimini tercih eder.
Trabzon lisesine  geldiğinde yirmi yedi yaşındadır.Kendisinden başka iki resim öğretmeni daha  vardır.Zühdü Ellezoğlu ve Perihan Kulaksızoğlu .Hatta bir ara  Beşikdüzü Öğretmen Okulundan bir süreliğine Trabzon Lisesine atanan Fikri Cantürk ile birlikte çalışır.Trabzon lisesini ve  oradaki öğretmenlik günlerini şöyle anlatır; Trabzon Lisesi’nin ilk ve önemli özelliği mimarisiydi..Mimarı ,Türkiye’ye yeni gelmiş ve İTÜ ‘nde de hocalık yapmış Alman Mimar BRUNO TAUT..Bina yüksekliğindeki bir manolya ağacı yüzünden projenin yönünü değiştirmiş.. Şiirsel zevk ve dünya görüşü ile,Alman Mimarisinin özellikleri ön planda tutularak yapılmış bir proje olduğu anlaşılıyordu.. Binaya kişiliğini veren ağacın varlığı idi..Ayrıca bana çok özel bir çalışma alanı sunan, İsviçre’de, Gazi Eğitim Enstitüsünde, pek çok güzel sanatlar fakültelerinde görmediğim nitelikteki resim atölyesi idi..Tamamen denizi gören penceresinden endirekt güneş ışığı alıyordu..Derslerimi hep atölyede yaptım..Önceki hocalar bu kata çıkmaya üşenirmiş ve diğer öğretmenlerden uzak kalmak istemezlermiş.. Atölyenin camlı kapısını açtığımda beni alçak bir sehpada hep taze manolyalar karşılardı..Atölyeye daima öğrencilerimdem erken girerdim.. Kütüphaneden kitaplarımı çıkarır ve anlatırdım..Öğrencilerim 30-35 adet şövalede çalışırlardı..
Sadece resimle değil dekor, müzik vb gibi başka bir çok konuyla da ilgileniyordum..Kural dışı uygulamalarım vardı ayrıca.. Sanat tarihi sınavında çok heyecanlanan bir öğrenciyi yasak olmasına rağmen dışarı gönderdim yüzünü yıka ve gel diye..Müfettiş geldi ve çocuk gelip sınavına normal bir şekilde devam ettiği için bir şey söyleyemedi..Kopyacılar için sınav uygulamasını değiştirdim..Kitap ,defter serbest bir şekilde sınav yaptım. Tahtaya Rambrandt ve Van Gogh‘tan birer reprodüksiyon asıp, bunların her birinin neden diğer kişinin eseri olamayacağı sorusunu yanıtlamalarını istedim..İnsan ilişkilerinde,duygusal ilişkilerinde bile sanat tarihi bilgilerini kullanacaklarını ve mutlaka sanat tarihi öğrenmelerini aşıladım hep..En büyük arzum hep öğrencilerin bir şeyler öğrenmesi idi..Bir grup öğrenciyi görevlendirip aralarında işbölümü yaparak Trabzon Ayasofya Müzesi’nde araştırma yapmaya gönderdm..Müfredat dışı bir uygulama idi..Birisi ölçüm yapacak, diğeri onarılmakta olan freskleri inceleyecek,bir başkası Londralı Restoratörle görüşecekti..Sonuçta bir rapor hazırlayacaklardı..Gerçekten de çok güzel bir ekip çalışması yaparak 80-90 sayfalık bir rapor hazırladılar.. Hepsine 9-10 gibi notlar verdim..O rapor hala Trabzon Lisesi Kütüphanesi’ndedir.”
Trabzon, Kayıhan Keskinok’un  yaşamı içinde önemli  bir  yer tutar.Çocukları Trabzon’da  doğar.Doğal karizması, tiyatral jest ve mimikleri,entelektüel bilgisi,otoriter ancak üzmeyen babacan tavrı ile öğrencilerin gözünde çok  özel  bir  yer edinir.Trabzon’un, Trabzonlunun da  kendisini çok etkilediği o günleri “ Trabzon Lisesi de beni yetiştirdi.. Mimarisi, öğrencilerin hevesli durumları,canla başla çalışmaları ile bana şevkin ne demek olduğunu öğrettiler.Bunu öğretmenliğimin en önemli öğretisi olarak kabul ediyorum..Öğrencilerim de sıradan kişiler değildiler, çünkü onlar da gelecekte para kazanma beklentileri olmaksızın maceralı bir yolu seçmişlerdi..Her insanda yaratım gücü olduğu inancım Trabzon Liseliler sayesinde olmuştur.diyerek anlatır.
1960 yilinda Isviçre hükümetinin bursuyla Lausanne 'Ecole des Beaux-Arts'da çalisma olanagi bulur,İsviçre’den sonra tekrar Trabzon’a döner.1962 yılında da Ankara’ya gider.Aralıklarla on yıl kadar kaldığı Trabzon’da  sanat adına çok derin izler bırakmıştır. O dönemde  entelektüel ilgi ile yarattığı sanat  rüzgarı Trabzon’da  resim sanatının bu günde bu kadar  çok sevilmesinin temel  nedenlerinden  biridir.
Yirmi yıldan beri Trabzon’da yaşayan bir  sanat  eğitimcisi  olarak yaşı  60 ve  üzerinde,  farklı mesleklerde olan  bir çok  insan resimden  söz edildiğinde resim öğretmenleri  Kayıhan  Keskinok’tan  öğrendiklerini  övünçle anlattıklarına  tanık olmuşum, resim okumalarını hayranlıkla dinlemişimdir.Trabzon lisesinde o dönem  öğrenci  olan  gençlerin naif dünyalarını etkisini ve  anlamını  sonradan fark edebilecekleri estetik duyarlılık, görmek-  bakmak,resim  ve sanat  kültürü kavramları ile  buluşturmuştur. Rengi, çizgiyi, formu,ölçüyü- oranı, dengeyi, ışık-  gölgeyi  öğrenerek kendi  resimlerinde kullanma  çabasında  olan  gençler  zamanla  hocalarının asıl onlara  kazandırmak istediğinin  “sanatın özgün bireysel  bir yaratım  olduğunu  ve  bu yaratımın  aslında yaşama  karşı bir  tavır ve isyan olduğunu”  anlamaya başlamışlardır. Bugün o kuşak meslekleri ne  olursa olsun iyi bir resim  izleyicisidir ve  öğrendiklerini  kendi  çevreleri  ile  paylaşarak sanat  kültürünün yaygınlaşmasına  katkıda bulunmuştur.
Bu sonuç sadece usta bir  ressamın gençler  üzerindeki  görsel karizmatik etkisi değil, Kayıhan Keskinok’un  sanat ideologu, sanat felsefecisi ve  iyi bir sanat  eğitimcisi  kimliğinin  harmonik izdüşümüdür aslında.

Kaynak                                                               
*Trabzon Lisesinde Görev Yapan Öğretmenler Yıllığı                              
*Semra Sancak  “90. Yaş ve sergisi için söyleşi” Ankara Life 2013                                                       *Hasan Pekmezci   “Kayıhan Keskinok için”  2015                                                                                *Ümit Yaşar Gözüm  “Erdemli bir Düş Avcısıdır Kayıhan  Keskinok”  2015                                                             *Öğrencileri Haydar Durmuş, Osman Zeki Demirkale,Bekir Gerçek ile  görüşme