3 Aralık 2023 Pazar








Doç.Dr.İrfan Nihan DEMİREL'in  1. Kişisel Sergisi için yazıldı                                             HAYAT VE SANAT YOLCULUĞU 

Kadir ŞİŞGİNOĞLU *

 İnsan hayatı bilinmezliklerle dolu, zor bir yolculuktur. Ne kadar süreceğini bilmediğiniz hayat yolculuğuna her gün yeniden başlarsınız. Kimi insan çok şanslıdır, bu yolculuğu zahmetsiz ve keyifli geçer. Kimi insanın hayat yolu ise zor ve çilelidir. İnsanın bu yolculukta  hayata tutunması, varlığını koruması ve kendini yaşadığı çevreye kabul ettirmesi çok zor bir süreçtir. Fiziki gücünü akli-iradi gücü ile birleştirip yetenekleri ile donatan insanın hayat yolculuğu kazanımlarla doludur. Karşılaştığı her zorluk birer birer çözdüğü küçük problemlere dönüşür. Her ne kadar yolu kazançlı tüketseniz de; yol da, azar azar sizi tüketir…Ve bir gün yol biter…. Yolu ve yolculuğu biten insanın yolda bıraktığı izleri sürdürür onun adına yolculuğunu.

Hayat yolculuğunda bıraktığınız izlerin en görünür olanları yaratıcı zeka ile bütünleşmiş yeteneklerinizin eseridir. Bu yetenekleriniz sanat ile ilgili ise iz bırakmak o kadar kolay değildir. Hayat yolculuğu ne kadar zor ise; sanat yolculuğu da bir o kadar zor ve çilelidir. Düzenli ve hırsla bıkmadan yorulmadan çalışmak gerekir. Kendi yaptıklarınızı acımasızca eleştirip, başarma inancınızı kaybetmeden başarısızlığınıza olağanüstü sabretmeniz gerekir. Yıllar içinde oluşacak sanat diliniz sizin adınıza konuşmaya başladığında hem hayat yolculuğunuzu hem de sanat yolculuğunuzu başarmış olursunuz.

2000 li yılların başında yollarımız kesişen, hayatına bile isteye dokunduğum Sevgili öğrencim İrfan Nihan Demirel’in hayat yolculuğunu uzun yıllardır gururla izliyorum. Naiflik düzeyinde duygusal kırılganlıklarına rağmen, inatçı, mücadeleci ve kararlı karakteri ile geride bıraktığı başarılı öğrenciliğini, başarılı bir akademik eğitimle taçlandırdı. Kendini iyi yetiştirmiş bir akademisyen ve sanat eğitimcisi olarak artık o da başkalarının hayatlarına dokunuyor ve iz bırakıyor. Son dönemlerde zorunlu akademik çalışmaları nedeni ile geri planda kalan sanat çalışmalarına ağırlık vermeye başlaması çok sevindirici. Hayatı bir kadın olarak sürdürmenin dezavantajlarını yaşamış bir kadın olarak “resimlerine kadın teması” seçmesi sanat yolculuğunun samimiyetinin göstergesi.

Sanat eserini ortaya çıkaran irade sanatçının yaşam pınarının kaynaklarından beslenmelidir. Sevgili Nihan Demirel’in ilk kişisel sergisi için hazırladığı resimlerini incelediğinizde “kendi yaşamının ve yaşadığı Karadeniz’in kadınlarının yaşama ilişkin dik duruşlu tavırlarını” görürsünüz. Grafik eğitiminin yalın anlatım dilini, zor kompozisyon kurguları ile birleştirmek, buna bir de; rengi eklemek ve rengin problemlerini çözmek kolay olmasa da; Nihan Demirel bunu başarabildiğinin kanıtlarını göstermiştir resimlerinde. İnançla tutku ile çalışmalarını sürdürdükçe seçtiği “tema’sında ki hikayeleri zenginleşecek, yaşanmışlıkları artacak, bıraktığı izler daha görünür olacaktır.

“Gülce” ismin verdiği ilk kişisel sergisine olan disiplinli ve heyecanlı yaklaşımı kuşkusuz gelecekte nice başarılı sergilerin yolunu açacaktır. Bizler de başarılı, karakterli bir akademisyen ve sanat eğitimcisinin yanına eklediği başarılı bir sanatçı sıfatı ile hayat ve sanat yolculuğunda bıraktığı izleri gururla izlemeye devam edeceğiz. (30 Kasım 2023 Trabzon)

* Sanat Yazarı ve Müze Küratörü                                                                                                                                 *Trabzon Üniversitesi Fatih Eğitim Fak. Güzel Sanatlar Eğitimi Bl. Öğr. Görevlisi                                              

15 Eylül 2021 Çarşamba

 

TRABZON’DA RESTORASYONU TAMAMLANAN  “KIZLAR MANASTIRI” SANAT GALERİSİ VE YAŞAYAN MÜZEYE DÖNÜŞTÜRÜLDÜ

Kadir ŞİŞGİNOĞLU


Farklı çağlarda Trabzon’un bir kült  yeri olarak  dikkati çeken Boztepe sırtlarında, kente hakim bir yamaçta bulunan ‘Kızlar Manastırı’nın;  Komnenos Kralı III. Alexios döneminde 1349-1390 yılları arasında inşa edildiği tahmin ediliyor. Hristiyan Rahibelerin yetiştirildiği dini bir  merkez olması nedeni ile  “Kızlar Manastırı” olarak anılan  yapı, bir  çok kez  onarım ve eklentilerle 19.yüzyılda son şeklini almıştır. Uzun yıllar ilgisizlikten viraneye dönen manastır Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından dört yıldır sürdürülen restorasyon çalışmaları tamamlanarak mülkiyeti ve işletimi Trabzon Büyükşehir Belediyesine devredilmiştir.

Yüksek bir koruma duvarı ile çevrili Kızlar Manastırı içinde;  doğal mağaradan dönüştürülmüş bir kaya kilisesi, ayrıca Agios Konstantinos Kilisesi, şapel, misafirhane, çan kulesi,  anıt mezar, hamam  ve öğrenci hücreleri de bulunuyor. Manastırda en çok dikkati çeken bölüm ise Kaya Kilisesidir. Manastırın çekirdeğini oluşturan ve doğal bir mağaranın biçimlendirilmesiyle elde edildiği düşünülen Kaya Kilisesi’nin mevcut duvarı 19. yüzyılda yapılmıştır. Kilise içerisinde kayalardan sızan sulardan kaynaklanan ayazma yer alırken, kilisenin duvarları ve beşik tonozlu örtüsü frekslerle bezelidir. Kaya kilisesinde kitabeler, 3. Alexios'un eşi Theodora ve annesi Eirene'nin portreleri yer alıyor.

Trabzon Büyükşehir  Belediyesi tarafından  müze statüsünde işletilecek olan Kızlar Manastırının dört katlı misafirhane kısmı Sanat Galerisi olarak düzenlenmiş. Zaman içinde eklenecek kafe, müze shop ve diğer ünitelerle yaşayan tarihi bir kültür merkezine  dönüşecek olan Kızlar Manastırının açılışı 10 Eylül akşamı yapıldı. Pandemi nedeni ile sadece protokol ve katılımcı sanatçıların bulunduğu açılışta ünlü müzisyen Tuluyhan Uğurlu’nun coşkulu mini konseri ilgiyle izlendi. Sanat galerisinde ise Trabzon’da yaşayan ressamların “Trabzon’un Renkleri” isimli resim sergisi tarihi mekana renk kattı.

Cam ve çelik kontstrüksiyon kullanılarak çağdaş restorasyon ve arkeolojik sunum yöntemleri ile yeniden insanla buluşturulan yaklaşık altı yüzyıllık bu yapı, doğru kullanıldığında kültürel belleğimize yepyeni izler bırakacaktır. Bu değerli kültür mirasının  korunması adına emek verenlere şükran ve minnet borçluyuz.

 



 





 

30 Eylül 2020 Çarşamba



MEHMET YILMAZ  KARAİBRAHİMOĞLU                                                                                      Işık ülkesinde huzurla uyu koca çınar/  toprağını memleketinin yağmurları sulasın  / gölgende şiir  büyüsün                                                                                                                                                                                                              Kadir ŞİŞGİNOĞLU *

 Yaşamımızın her dönemi biri birinden farklıdır. Bu farklılıkları yaratan sadece bireysel gücümüz, yeteneklerimiz  değildir. Her dönemin kendine  özgü koşulları, kendine özgü çevresi , düşünce atmosferi  sizin yaşantınızın özünü ve çeperini değiştirir. Benim yaşantımın bugünlerini  hazırlayan 1983 yılında Zonguldak’ta  başlayan mesleğimin ilk  yıllarıdır.. Ömrümün en hızlı geçen sekiz yılı. Güzel şeyler yapıp, güzel insanlar biriktirdiğim sekiz yıl. İnsanın yaşarken güzel işler yapmak ödevi olmalı. Bireysel ve ortaklaşa yaratılan güzellikleri korumak da.

Emek  ve sınıf bilinci kısmen gelişmiş genç  bir öğretmen olarak başladım Zonguldak yaşantıma. Biraz ressam, biraz da şair olarak “tam da yerine  geldim” gibi düşünmeye başlamıştım önce. Bir süre sonra alışık  olmadığım iklimi, iliklerime kadar işleyen nem, evin her tarafına her eşyaya sinen rutubet kokusu, genzime yapışan   yanmış taşkömürünün ve  lauvarın isi, içimdeki  “galiba bu kent bana göre  değil” diyen sesi büyütmeye başlamıştı.  Vardiya  çıkışlarında kömür ocaklarından  çıkan, kömür  karasına  bulanmış, sadece  gözleri parlayan maden işçilerini gördüğümde bu kentte emek ve yaşam mücadelesinin ne  kadar zor olduğunu anlıyordum. Bu  kentte  yaşam  yalın, kaba ve gerçekti.

İstifa etme ikilemi ile geçen  bir  altı ay sonunda sevgili kardeşim Özer Başar ile tanıştım..Benim gibi Gazi  mezunu   Paylaşımcı ,tertemiz bir yüreği olan, idealist bir o kadar entelektüel, sanat heyecanı  yüksek bir resim öğretmeni. Sonraları “annem ısmarlama bir kardeş doğursa ancak böyle  olurdu” diyebildiğim bir insan. Sonra İbrahim Aydın…Duyarlı ve soyadı gibi Aydın. Edebiyat ile  felsefeyi yaşamıyla içselleştirmiş naif - entelektüel ama tam emek ve toprak insanı. Sonra Nilgün Yılmaz Edebiyat öğretmeni…Biryanı sert sıkı devrimci, gözü pek, yüreğinin bir  yanı sarıp sarmalayan abla, anne.. Sonra konuşmayı şehvetle  özlemiş  Nadi Çoban.. Her biri can dostlar..

Bir gün Özer ve İbrahim “seni TUSAK diye  bir  yere götüreceğiz orada  biri ile tanıştıracağız” dediler. Ben de takıldım “TUZAK olmasın sakın” diye. O gün tanıştığım insan Mehmet Yılmaz Karaibrahimoğlu idi. Yine o gün tanıştığım bir başka insan Oktay Yaşar Hancıoğlu idi. Şimdi iki dost Işık ülkesinde buluştu.

“TUSAK”  açık adı “Turizm Sanat Kültür Geliştirme Kooperatifi” idi. Zeytinin, pamuğun, fındığın, buğdayın, bir de konutun kooperatifini duymuştum da sanatın kooperatifini  hiç duymamıştım. Zamanla  anladım kooperatif sözcüğü masumiyet şemsiyesi. 12 Eylül Yönetimi ve kalıntılarının bireysel ve toplumsal özgürlüğümüzün üstüne  çöreklendiği korku döneminde, didik didik edilen dernek yapılanmasına göre daha  özgür hareket edebilecek  bir  yapılanma.TUSAK  Halkevi  modelinin üstünü zekice kooperatif çatısıyla  örtüp kamufle  eden  bir kurum. O gün  kısacık  bir  sohbet sonrası Mehmet Yılmaz Karaibrahimoğlu, söz şiire  gelince hemen “Denkleyerek Hasreti” kitabını imzalayıp vermişti. Ahmet Erhan, Eray Canberk, Bilgin Adalı, A. Kadir, Ece Ayhan ile tanışıklığımı söyleyince, o  arada Özer kardeşim de benim güzel şiirlerimin olduğundan  bahsedince “bir gün şiirlerini okuyup sohbet etmeye  geleceğim” dedi ve  sözleştik. Oğlunun okuduğu okulda  görev yapıyodum. Ama  derslerine  girmedim Sonradan kızı Eylem o okula  geldi ve  öğrencim oldu. Hatta basketbol takımına bile  almıştım.

Mehmet Abi Lise Mezunu bir  maden işçisi idi. Hırçın, inatçı,  mücadeleci damarını doğduğu Karadeniz- Giresun kıyılarından almıştı. Gençliğinden  beri mücadele  verdiği Zonguldak’ın maden emekçileri içindeki yaşamı onun sınıf bilincini  geliştirirken, emeğin örgütlenmesinde mücadele  yöntemleri konusundaki okumaları da düşünce  dünyasını zenginleştirmişti. Böylelikle Aydın bir sendikacı ve siyasetçi kimliği oluşmuştu. Ama işçi sınıfının  gelecek yaşamdan daha çok konfor payı almasının zihin ve estetik dünyasının evrilerek zenginleşmesine  bağlı olduğunu  fark etmişti . Kendi  estetik duyarlılığı ile emek dünyasında  kendi şiir hamurunu yoğururken, toplumsal estetik ve duyarlığın geliştirilmesi için kolektif  sanatsal üretimin zorunlu olduğuna inanıyordu. Halkevi dönemi ve TUSAK dönemi bu düşüncenin eseriydi. Yakından tanıdıkça lider öğretmen yanını keşfettim. Farkında  olmadan son derece çağdaş eğitim kuramlarını kullanıyor  gibiydi. Özellikle  gençlere olan inancı, yeteneklerini keşfetmek için fırsat verme, kendini ifade edecek koşulları hazırlama köy enstitüsü modelinin tam bir çağdaş yansımasıydı. Mehmet Abi’nin Sendikacı, Siyasetçi, Halkevci, Şair ve Aydın kimliğinin bana göre daha önünde olan kimsenin  pek üstünde  durmadığı diplomasız öğretmen kimliği idi. İçlerinde ben de dahil, bir çok gence güvenip sorumluluk verip, yüreklendirerek sahneye  gönderir, bir kenardan keyifle ve gururla başarılarını izlerdi. Tanışmamızdan iki  yıl sonra TUSAK genel kurulunda 2.Başkanlık görevini bırakıp yerime senin görev yapmanı istiyorum dediğinde ne  büyük bir sorumluluk yüklediğini ancak daha sonra anlayabildim. O dönemde her biri  farklı siyasi düşünceye  sahip, sanatın ortak dilini konuşup, kolektif sanat üretme becerisi gösteren TUSAK’lı dostlarla zenginleşti hayatımız. Birini unutursam çok ayıp olur diye isimleri tek tek yazmıyorum. Ama cesareti, fedakarlığı, paylaşımcılığı ile  Can dostumuz Fatma Malay ismini de anmam gerek. O dönem Zonguldak Belediyesinin Basın ve Halkla ilişkiler  sorumlusu, usta fotoğrafçı Birol Üzmez.  O günden sonra siyah beyaz  Zonguldak renklenmeye başladı benim için. (Öner Güven, Ayhan Kiraz, Meral Setan, Kamil Öztürk,Hakan-Nurten Özçınar, Hikmet Türen, Kürşat Coşkun) O kocaman TUSAK ailesine selam olsun. TUSAK ın logosunu yaptım ağzında zeytin dalı tutan güvercin…Sanatın ve kültürün evrensel barışın yaratıcı dili olacağına inancımın bir sembolü idi. Ben hala güvercin resimleri yapıyorum

Resim, fotoğraf, karikatür  sergileri, halkoyunları, müzik konserleri, tiyatro ekibi, şiir ve imza günleri, sanatçı söyleşileri ile  bir akademi gİbi Zonguldak ve çevresinin kültürel yaşamına  bir zenginlik sunmuştu TUSAK. Bunların hepsinin de  altında son dokunuşları yapan iki kişi vardı Mehmet Yılmaz ve Oktay Yaşar Hancıoğlu. Bu iki insanın emeğe saygı ve tutkunun ötesinde devrimci ahlaka uygun dürüst karakterlerine de tanık  olmuştum. O dönemde kimsenin  bilmediği, telaffuz  etmediği telif hakları kapsamında yeni sahneye koyduğumuz Batakhane Güzeli isimli tiyatro oyununun galasına, oyun yazarı Erman Canatan’ı çağırmışlar, kendisine  gişe  gelirlerden  bir miktar  telif  hakkı ödemişlerdi. Erman Canatan’ın bu incelikli davranış karşısında o küçücük parayı aldığında yüzünün aydınlanıp, yüreğinin zenginleştiğini görmüştüm. Şimdinin hiç emek harcamadan birinin emeğinden ne  kadar geçinirsen geçin mantığı ile  yaşayan sanat camiasını düşündükçe o davranışın ne  kadar erdemli olduğunu bir kez  daha  anlıyorum.

Şair  yönü çok incelendi çok konuşuldu  belki. Sağlığında hakkında  çok güzel yazanlar da oldu Ama  adam gibi sahip çıkılmadı.. Mehmet Yılmaz Karaibrahimoğlu’nun Şiirlerini tek bir  kalıb içinde  incelemek pek  mümkün değildir. Dönem dönem farklı etkiler farklı  çağrışımlar sezilebilir. Dili zaman zaman farklılaşabilir. Ama şiir  tutkusunun ve  coşkusunun bir insanda  bu kadar uzun yaşadığı  az görülür. Evrensel şiir dili ile kendi imgelerini, duygu dünyasında harmanlayarak  oluşturduğu metaforlar, yerel dil ve halk kültüründen beslenen yanı onun şiirinin farklı  yanıydı.. Zonguldak’ı bu kadar güzel ve  uzun süreli anlatan başka  bir şair tanımadım. Yaşam koşullarının  onu Zonguldak ve Görele’de  yaşamaya mahkum etmesi bazılarının ona taşralı şair diye burun kıvırmasına  neden  olabiliyordu. Eğer  edebiyat dünyasının bilinen çevresi  içinde  daha çok görünse, bir  de  bir  üniversite  diploması olsaydı o "kocaman şairlerin" arasında onun adını da  rahatlıkla  görürdük. Bana göre   tepeden tırnağa bir  şiir  insanı olarak Türk Şiirinin en  mütevazi emektarı sıfatını çoktan  hak etmişti .Hatta var mı  bilmem Zonguldak Kent Müzesinde bir  büstü ile  birlikte bir  köşe ayrılmayı da. Zonguldak’ta kültür ve düşün dünyasına harcanmış koca bir ömür. Sadece Karya Kitabevi bile Kent için fedakarlığının bir sembolü. Yaşamı boyunca  çok  kişinin hayatına  dokundu. Ama  kendine pek dokunamadı. Şiiriyle, yazılarıyla düşünce  ve eylemleri ile Zonguldak’ı  Karadeniz’i hatta Türkiye’yi besledi. Ama  bu Ülke bu şairin yaşam  konforunu sağlayamadı solunum cihazı bulunamadığı için hayatını kaybetti. 

Gençliğinden  beri yaşadığı sağlık sorunları,  ihmal ettiği sağlığının en trajik anlatımı “yarım soluk yaşamak” sanki bedeninin isyanı, ”Son nefesimi yine sona   sakladım” sözü ise bir şairin şiir dili ile kendi ölüm ilanı gibiydi.

Işık ülkesinde huzurla uyu koca çınar/toprağını memleketinin yağmurları sulasın/ gölgende şiir  büyüsün.                    13 Eylül 2020

*TRABZON ÜNİVERSİTESİ, Fatih Eğitim Fakültesi, Güzel Sanatlar Eğitimi Bl. Öğretim Görevlisi

19 Kasım 2019 Salı




RÖNESANSIN KALBİ  FLORANSA  ve                                                            MEDİCİ’LERİN MUHTEŞEM MİRASI   UFFİZİ MÜZESİ


Kadir ŞİŞGİNOĞLU *

Kentler de insanlar gibidir. Hem  bedeni,  hem de  ruhu  vardır. Kentlerin  bedenini oluşturan farklı  dönemlere  ilişkin ayakta kalmayı  başarmış mimari yapılardır. Kentlerin ruhu ise; o kenti  kuranların, yaşatanların  kentte bıraktığı izdir. Daha kestirme  bir  anlatımla; kente değer katanların o kente  üflediği nefesidir. Bir  kentin nefes aldığını  tarihin farklı dönemlerine ait kültürel izlerinin görülebilir olmasından anlarız. Kültürel süreklilik  ve  dönemler arası kültürel  ilişki aynı zamanda kentlerin kimliğidir. Kimlik ise sadece görünen  kısım ile  ilgili değildir.  Kentlerin ruhu da kimliğinin önemli bir parçasıdır. Bedeni  ile  ruhu biri birini tamamlayan  kentler kimlikli  kentlerdir, insanı  kendine  çeker. Bir  kentin kimliği yoksa aslında  kentte  yaşayanların da  kimliği yoktur.

Rönesans’ın  ve  Sanatın Başkenti-Floransa
1.Yüzyılda Arno  nehrinin  hemen  kıyısında Etrüsklerin kurduğu Floransa; ruhunu , kimliğini en  iyi yansıtan  kentlerden  biridir. Floransa, sadece Kuzey İtalya’daki Toskana bölgesinin başkenti  değildir. Kültürü, tarihi, mimarisiyle dünyadaki en önemli turistik şehirlerden biri olan Floransa  aynı zamanda  “Rönesan’sın  ve Sanatın  başkenti”dir. Bir  yılda  yaklaşık on beş  milyon  kişinin  ziyaret ettiği bu kent  Rönesans’ın doğuşuna  tanıklık etmiş, Leonardo Da Vinci, Michelangelo gibi dünyadaki en önemli sanatçıları  yetiştirmenin övüncünü  yaşamıştır.

Romalıların önce bir  garnizon kentine, sonra da  zengin bir  ticaret merkezine  dönüştürdüğü Floransa,  Roma gücünü   kaybetmeye  başladığında sırasıyla; Got, Bizans  ve Lombardların eline  geçer  ve bir  süre  sessizliğe gömülür. 12.yüzyılda ise veba  salgını kent nüfusunun  yarısını yok eder. Şehir bankacılığın ve Papa’nın yardımıyla tekrar kendini toparlar. 15. Yüzyıldan başlayarak üç yüzyıl boyunca Floransa ve Toskana’nın tek hâkimi olan Medici ailesi  kentin sosyal ve siyasal yaşamını etkiler. Medici ailesi ile  Floransa ekonomik bakımdan zenginleşir. Floransa 1861 yılında İtalyan Birliği’ne katılır ve 1865–71 yılları arasında çok kısa bir dönem yeni krallığın başkenti olur. II. Dünya savaşında Mussolini’nin yanında olan şehir, Alman ordularının İtalya’dan çekilmesi sırasında yoğun bombardımana maruz kalır ve adeta yerle bir edilir. Savaşın bitmesiyle Floransa; adeta küllerinden yeniden doğmuştur. Günümüzde Floransa; dört yüz bine  yakın  nüfusuyla İtalya’nın en dikkat çekici şehridir.

Floransa Roma’lılardan başlayarak çoğunluğu Rönesans döneminde Medicilerin eklediği bir çok mimarlık  şaheseri ile müze kent görünümündedir. Arno nehrinin kenarından on dakikalık  keyifli  bir yürüyüşle özenli, temiz  ve bakımlı sokaklarından  geçip Dante, Galileo ve Michelengelo’nun anıt  mezarına  ev sahipliği  yapan, yanında Dante’nin  heykelinin   bulunduğu  Basilica di Santa  Croce’ye  ulaşabilirsiniz. Hediyelik eşya  satıcılarını, yoğun insan gruplarını takip ettiğinizde hangi yönden  giderseniz  gidin Floransa’nın kalbi Piazza Della Signoria’da kendinizi bulursunuz. Bu  meydanda Michelengelo’nun  ünlü David heykelinin kopyasını,  Bandinelli’nin Herkül ve Casus, Ammanati’nin Nettuno heykelini, Floransa Belediye  Binası Palazzo Vecchio’yu görebilirsiniz. Bu meydanın  her  bir  bölümünde yer alan eserleri izlerken her biri farklı  mitolojik öyküler eşliğinde Floransa  sizi kendini yaşamaya  davet  eder.
Floransalı  ve Vatikan’ın baskısından kaçan Dönemin en önemli sanatçıları Floransa’nın  büyüsüne  kapılmış burada eserlerini üretmişlerdir.  Adını bahar  tanrıçası Floradan alan  kent, Medicilerin desteği ile her  türden binlerce sanat  eseri  biriktirir. Geç Gotik Dönem ile  Erken Rönesansı biri birine bağlarken, resim sanatında doğal perspektife  bağlı biçimlendirme ve renklendirme tekniği ile kendine  özgü kompozisyon anlayışını geliştiren Floransa okulu da  burada doğar. Bu  ekolün çok sayıda başyapıtı Uffizi sarayında yerini  alır.

Dünyanın Halka açılan ilk  müzesi Uffizi
Uffizi İtalyancada  ‘Ofisler’ anlamına  gelir. Uffizi sarayının hikayesi Cosimo de’Medici tarafından  1564’de Giorgio Vasari’yi görevlendirmesi  ile   başlar. Amaç devletin idari işleri ve yargıçlar  için ofis ve toplantı salonları içeren bir devlet binası yapılmasıdır. Mimar, ressam ve sanat tarihçisi Vasari, Medici Sarayı’na bitişik olarak tasarladığı yapıyı Arno Nehri’ne kadar uzatarak Ponte Vecchio köprüsüne bağlar. İçindeki uzun iç avluya Dorik revaklar, nişler, kesintisiz saçaklarla o tarihe kadar hiç görülmemiş bir kent peyzajı  yaratır, Uffizi Sarayı’nı Vecchio Köprüsü’nün üstünden geçen bir geçitle de nehrin karşı yakasına, Medicilerin  yaşadığı  Pitti Sarayı’na bağlayan bu koridor İnsan aklına şaşkınlık  veren sanat şaheserine dönüşür. Vasari Koridoru diye anılan bu geçit ve saray, sonradan aile koleksiyonunun sergilendiği bir galeri, daha sonra da Floransa ve Avrupa’nın en önemli müzesi olur.  

Medici ailesinin sürekli yeni eserler toplaması ile  genişleyen koleksiyona  yeni alanlar gerekli  olmuştur. Vasari’nin 1574’de ölümü ile  inşaat onun tasarımı doğrultusunda Alfonso Parigi ve Bernardo Buontalenti tarafından sürdürülür. 1589’dan beri korunan Tribuna Ottagonale olarak bilinen muhteşem sekizgen yapı ortaya  çıkar.  17. Yy başında 2. ve 3. kat koridor tavanları bitirilir, sonraki çağlarda Porselen Oda ve Otoportre Salonu inşa edilir. Sonuçta bugünkü, U plânlı kompleks yapı ortaya çıkmıştır. 1737’de III.Cosimo’nun kızı Anna Maria Luisa de Medici, bir “Patto di famiglia” (Aile Paktı) imzalayarak halka sergilenmekte olan tüm Medici koleksiyonunu Floransa şehrine bağışlar. Böylelikle Uffizi dünyada  halka  açılan  ilk müze olur.

Uffizi’nin  Başyapıtları
Uffizi  galerisini gezerken   gotik dönemden  başlayıp erken Rönesans, Olgun  Rönesans, Maniyerizm ve  Barok  dönemlere ilişkin sanat tarihinin en önemli başyapıtların orijinalleri   ile karşılaşmanın heyecanını yaşayabilirsiniz. Hatta ‘Stendhal sendromunuz’ varsa  (sanat eserleri karşısında  fazla  heyecanlanıyor kalbiniz  fazla  çarpıyor  ise) aman dikkat. Son dönemlerde basına yansıyan Botticelli’nin İlkbahar ve  Venüsün Doğuşu isimli eseri önünde kalbi duran, Caravaggio’nun  Medusa  isimli  yapıtları önünde bayılan izleyici haberleri kulağınıza küpe  olsun.
Bu iki  başyapıtın dışında Cimabue (Madonna Enthroned),  Giotto (Ognissanti Madonna -Tüm Azizler ve Meryem), Filippo Lippi  (Çocuklu Meryem ve İki Melek), Fra Angelico (Bakire'nin  taçlandırılması), Leonardo da Vinci ve Verrocchio  ustanın  birlikte  yaptığı ( Meryem’e Müjde), Michelangelo ( Doni Tondo). Tiziano (Urbino Venüsü), Raffaello (iki Kardinaller ile Papa Leo X portresi), Parmigianino ( Long Neck ile Madonna), Baccio Bandinelli (Laocon ve Oğulları)  hayranlık  duyacağınız başyapıtlardan  bazılarıdır.

Uffizi’nin Osmanlı’ları
Dönemlerinin güçlü yöneticileri, kral ve imparatorlarının portrelerinin  yer aldığı üst kat koridoru gezerken Osmanlı İmparatorluğu'nun padişahlarından da bir kısmının  resmi size tanıdık gelebilir. Yanlarına  İtalyanca  yazılmış isimleri okuduğunuzda  bunların Sultan Murat, Fatih Sultan Mehmet, 1.Beyazıd, Kanuni, Sultan Selim, Hürrem Sultan ve Mihrimah Sultan’ın resimleri olduğunu anlarsınız. Uffizi’nin Gioviana koleksiyonun bir parçası olan Sultan l. Beyazid’in portresi, Bronzino’nun öğrencisi olan Cristofano dell’Altissimo’nun 1562’de Floransa’ya dönmeden önce Como’da gerçekleştirdiği bir dizi portre arasında yer almaktadır.
Yılda yaklaşık iki buçuk  milyonun  üzerinde  insanın  ziyaret ettiği Uffizi Müzesi, zengin koleksiyonu ile sadece Floransa’nın sembollerinden  biri değildir. Aynı zamanda Avrupa ve   Dünya kültür mirasına katkı  sağlayan kurumlarından  biridir. Floransa’nın  doksan  müzesinden  biri  olan Uffizi’yi rezervasyon yaptırmadan ziyaret etmek  istediğinizde  beş yüz metreye uzanan  kuyrukta iki  saat kadar beklemeyi göze  almanız gerekli. Sanat zehirlenmesi yaşayarak mutlu çıkacağınız müzeden sadece bazı bölümlerde  ışıklandırma biraz daha iyi  olabilir  mi?  diye bir  soru  aklınıza takılabilir


*Trabzon Üniversitesi Fatih Eğitim Fak. Güzel Sanatlar  Eğitimi Bl.


16 Mayıs 2019 Perşembe




2.NİĞ-BOR SANAT GÜNLERİ- HALİBASART

Kadir ŞİŞGİNOĞLU

Neolitik dönemden başlayarak Hitit, Asur, Frig, Pers, Roma, Bizans, Selçuklu, Moğol- İlhanlı  ve Osmanlı uygarlıklarına  ev sahipliği yapan Niğde  ve çevresi bu uyarlıklara ait taşınır - taşınmaz kültür  mirası  örneklerinin görülebildiği ender  kentlerimizden  biridir. Sahip  olduğu olağanüstü doğası  ve  kültür  mirası  ile adeta  on bin yıllık  çeyiz sandığına  benzeyen Niğde; farklı dönemlere ilişkin çeşitli eserlerin ve mimarlık  yapılarının en güzel örneklerini barındırıyor. Bunlardan Niğde Kalesi, Saat Kulesi ve üzerinde yer alan Alaaddin Camii ile  diğer yapılar Dünya Kültür  Mirası Listesine girmiş  yapı topluluklarıdır.

Köşkhöyük ve Pınarbaşı’ndan başlayan kültür birikimi, Tyana (Kemerhisar) dan sonra Selçuklular döneminde  Bor üzerinden  Niğde’ye doğru kaymıştır. Niğde asıl kent  kimliğini Selçuklu zamanında  kazanmıştır. Bor; bu kültür yolculuğunun Niğde’den önceki son durağıdır. Niğde’ye göre, farklı  kültürlerin görünen ve görünemeyen izlerini daha  çok yansıtır. Tarihsel geçmişindeki madencilik, tarım ve askeri lojistik kimliğini  belirgin olarak sürdürmeye devam ediyor. Sanat kültür alanında ise geçmişin çok kültürlü ince zevkinden giderek uzaklaşıp, var olanı hızla tüketme kabalığına yönelmiş tipik orta Anadolu kasabası görünümünde. Ayakta kalmayı  başarabilmiş Osmanlı yapısı Paşa Camii , eski bir kilise  üzerine inşa edilmiş Cığızoğlu Konağı, restorasyonu yapılarak  Belediye  Kültür Sanat Evine  dönüştürülen Ermeni Kilisesinden başka tarihi yapılar yok denecek az. Paşa Caminin altındaki Osmanlı hamamı ise bir restorasyon faciası örneği. Yenilenen kubbelerinden  su aldığından iç kısmında duvarlar büyük oranda ıslanmış. Restorasyonu  yapan  firma bırakıp gittiği için bu birinci sınıf yapının içi nerede şehir  çöplüğüne  dönüşmüş. Paşa Caminin aşağısındaki tarihi sokakta  yer alan eski sivil mimarlık örnekleri tam anlamıyla  kaderine terkedilmiş. Çoğunluğu restorasyonu bile  yapılamayacak kadar viran durumda. Sadece, Bor’u yukarıdan aşağıya  doğru süzen, üç katlı bir taş konak ayakta. Sokakla  birlikte ele alınarak restorasyonu  yapıldığında bu konağa “kent müzesi” kimliği  çok  yakışır. Aynı zamanda Bor’a kazandırdığı tarihsel kimlikle birlikte bir  turizm çekim  merkezi olur. Ancak  bütün bunların  yapılabilirliği kent kültürü duyarlılığı yüksek Bor’luların girişimlerine,  desteğine bağlı.

Serkan Haliloğulları da, memleket sevgisi ve kent  kültürü duyarlılığı yüksek Bor’lu genç bir iş insanı. Sanatın insanın ve toplumun gelişimine ne  denli katkı  sağladığını, sanat üretmenin insana ve topluma  ne denli prestij kazandırdığını yurt dışı yaşamında görmüş, deneyimlemiş. Bor halkını sanatla  buluşturmak için kurduğu HalibasArt  şirketi ile bu sene 2.sini düzenlediği “Niğ-Bor Sanat Günleri’nde” farklı etkinliklerle yaklaşık 45 gün boyunca Bor’Sanat da sanat konuşuldu. Sanat Günleri  kapsamında Arnavut sanatçı Saimir Strati ile 300 yüz bin  vida ile Bayraklı Atatürk portresi yapılarak  Dünya Rekoru kırma denemesi yapıldı ve sonuçlandı. Engelsiz sanat kapsamında ise kollarını kullanamayan iki değerli sanatçımızdan Yusuf Akgün ağzı ile,  Melih Ünlüler ise protez kolları ile  resim yaptılar. Çalıştay  kapsamında  dünyanın farklı ülkelerinden  gelen 22 sanatçının aynı ortamda ürettikleri  eserler sergilendi. Çalışmalar halka  açık olarak eski Ermeni Kilisesinde yapıldı. Niğde Ömer Halis Demir Üniversitesi de, bu etkinliğin içinde yer almak  istediği için,  Üniversitenin Kültür  Merkezinde farklı tarihlerde sanatçı  söyleşileri  yapıldı.Trabzon Üniversitesi Öğretim Görevlisi Kadir Şişginoğlu tarafından üniversite öğrencileri ve öğretim üyelerine “Kültürel Miras ve Müze Kültürü” başlıklı  bir konferans verildi. Küçücük bir  kentte insanların yaşamına  sanat girdi. Okullardan gruplar  halinde gelen  öğrenciler  sanatçılarla tanıştı. Birlikte eser ürettiler. En önemlisi atıl bir şekilde bekleyen kilise binası, bir kültür merkezi işlevi  kazanmış  oldu. Her kesimden Bor’lu vatandaşlar yoğun ilgi  gösterip destek  verirken, bu etkinliklere anlaşılmaz  bir şekilde mesafeli duran Bor Belediye Başkanı  ve Kaymakamlığı bütçelerinden  bir tek kuruş harcamadan kenti tanıtma fırsatını kaçırmış oldular. Keşke birileri onlara “memleket için elinden gelenin en iyisini yapmak Tanrıya ibadettir, elinden geldiği halde hiçbir şey yapmamak ise vatana ihanettir” sözünü hatırlatmış olsaydı.

İki yılda; Bor’un geçmişinde sahip olduğu Kültürel Mirasa layık, çağdaş bir kültür sanat kenti yaratmak adına nerede ise bir servet harcayan Serkan Haliloğulları’nın yanında olmak,  sadece; iyi güzel işler yapan bir insana destek olmak demek değildir.Bu destek aynı zamanda vatanseverliğin gereğidir. Yoksa kenti için yüreğini ortaya koyan bu insanın “Geçti Bor’un pazarı ….”demesi yakındır.

6 Kasım 2018 Salı


VEDAT HOCAM  ‘CAN’ HOCAM
Kadir ŞİŞGİNOĞLU


Kasımda yaprak dökümü beni hep hüzünlendirir. Sonbaharın hüzne bulanmış  rengi doğayı  kuşatınca yok oluşun  tedirginliği kaplar içimi. Sanki zaman ve  mevsim kışa  doğru daha hızlı akıyormuş gibi gelir. Hele çocukluğumuzdan beri bilinçaltına yerleşen, Atamızı alıp götüren sabıkalı Kasım ayı gelince hüzün daha artar. Çocuk naifliğinde  okuduğumuz “uzun uzun kavaklar-dökülüyor yapraklar” dizesi gerçek olur canlanır Kasımda. Bu kasımda öyle  oldu Atamızın ölüm yıl dönümü  gelmeden sanat dünyasından yapraklar dökülmeye başladı. 5 Kasımda  kaybettiğimiz Yusuf Katipoğlu’nu bugün Trabzon da toprağa yeni vermiştik ki sosyal medyadan Ankara Gaziden değerli hocamız Vedat Can'ı kaybettiğimiz haberini aldım.

 Uzun zamandan beri çok ciddi sağlık sorunları yaşıyordu  Vedat Can hocamız. O ufak tefek, narin bedeni  en sonunda veda etti yaşama.

Gazi 2.sınıfta tanımaya başladık Vedat Can Hocamızı. Hasan Pekmezci, Hayati Misman hocalarımızla birlikte  görürdük, üçü yakın arkadaştı. İçlerinde  en az konuşanı oydu. Adeta sözü kendi bedeniyle  ölçer gibi az ama; öz  konuşurdu. Çok zekice ve kibarca cevaplar verir, çok ince espriler yapardı. Çok titiz giyinir, takım elbisesi ve kravatı hiç eksik olmazdı. Hiçbir gün yüzünün asık olduğuna tanık olmadık, güler yüzlü  ve son derece kibardı. Hatta o kadar kibardı ki bir gün;  ağaç baskı dersinde  biz birbirimizle  hararetle sohbet ederken hocanın atölyeye gelişini ve masaya oturuşunu farketmemişiz, o bir süre bizi izledikten sonra “çocuklar, afedersiniz susmakla sizi rahatsız ediyor muyum ?” diye  sorduğunda biz kabalığımızdan ders  boyu küçülürken, kendisi  gözümde kibarlık anıtı olarak büyümüştü. Yıllar sonra bir sergide sevgili Hocamla  sohbet  ederken bu anıyı anlattığımda gözleri doldu. Derslerimde  bir süre farkedilip, önemsenmediğimde kulaklarınızı çınlatarak bu  sözünüzü hep kullandım.

Öğrenciye çok müdahale etmeyen ama;  tam gerekli olduğunda sözle  dokunan değerli bir  eğitimci idi. Öğrenciye  ve yaptıklarına  değer  verir,  kapasitesinin üstünde iş yapmaya yönlendirirdi. Biz o zamanlar sanat eğitiminde  bunun ne kadar değerli  bir davranış olduğunu anlamamıştık. Derste  konu dışı çalışmalar ve denemeler  yaptığımızı gördüğünde hemen gözleri parlardı. Yaptığım bir kolaj denemesini biraz daha  geliştirerek Devlet Sergisine  vermemi istemişti. Kabul edilmedi ama sanatta kendin olma sürecinin özgün deneme ve araştırmalarla olabileceğini öğretmişti. Kendisi de suluboyayı bilindik tekniğinin dışında  çok özel kullanarak tertemiz eserler  üretiyordu. Sanatın  sadece teknikten ibaret olmadığını, yaratıcılığın gelişmesi için entelektüel birikimin ve çok yönlü beslenmenin gerekliliğini anlatmaya  çalıştı. 2. sınıfta duvar  gazetesinde yayınlanan bir şiirimi okumuş  ve bana çok yüreklendirici sözler  söylemişti. Çalışmalarımı eleştirirken sözlerinin arasında gazetede her yazımı okuduğunu hissettirdiğinde nasıl mutlu olurdum. Mezuniyet tezimin araştırma evresinde bazı bulgularımı paylaştığımda “senin kalemin çok iyi bunun üstüne git, mutlaka kitaba dönüştür” demişti.

Öğrenciyi bir cevher gibi görür, onu biçimlendirmek için hırsla, aceleyle  hareket etmezdi. Sabırla bekler, gözler, çok küçük yerinde dokunuşlarla onu değerli bir mücevhere dönüştürürdü.

Sanat dünyasının burnundan kıl aldırmayan, yüksek egolu bir çok insanıyla kıyaslandığında mütevazi ve ilkeli duruşunu hiç bozmadı. Kimseden himmet ve lütuf  beklemedi. Onurlu ama buruk bir yalnızlığı tercih etti.

İyi, doğru ve güzel olanı takdir etmesini, yüceltmesini  bildi. Aynı yarışmada benim ödül  aldığım çalışmamla ilgili öyle onurlandırıcı sözler  söylemişti ki bunları dinlerken mahcubiyetim artmıştı. Ankarada ki bütün sergilerime geldi. Özellikle BRHD sergilerinde kendisiyle  her görüştüğümde   resmini  gördüm diyerek kutlardı. Üç yıl kadar önceydi yine bir BRHD sergisinde  karşılaştığımızda “çok güzel  bir çalışma yapmışsın kutluyorum”  dediğinde sizin bize  verdiğiniz  emekleriniz sayesinde diyerek elini öpmek istemiştim ama öptürmedi. ”Asıl böyle güzel  çalışmalar yaptığın için ben senin ellerini öpüyorum” deyince boynuna sarılıp yanaklarından öpmüştüm hocamı. Sonra o dönem aynı sınıfta olan arkadaşlarımızla  toplanarak birlikte  fotoğraf çektirdik ve o günleri yad ettik. Son olarak o zaman  sağlıklı gördüm  Vedat Can Hocamı.

Bilin ki  bu gün sizi tanıyan bütün öğrencilerinizin kalbi sızladı. Bilin ki sizinle anıları olan bütün öğrenci ve dostlarınızın yüreği buruk. Sanatçı kimliğinizle Türk sanatında , ilkeli, mütevazi, onurlu ve değerbilir  bir sanat eğitimcisi olarak da öğrencilerinizin anılarında hep yaşayacaksınız.

Hakkınızı helal edin “ CAN” hocam. 

6 Kasım 2018