22 Aralık 2013 Pazar



39. GELENEKSEL TRABZON SANATÇILARI SERGİSİ’ne  ELEŞTİREL BAKIŞ

Kadir ŞİŞGİNOĞLU *

Günümüzde sanatı düşünmenin, sanatı üretmenin, sanatı paylaşmanın zorlukları giderek  daha artıyor. Bu alanda  varlık  savaşımı verenler  daha  ağır  bedeller  ödüyorlar. Özgür  düşünceye, yaratıma karşı baskılar artarken, sanatın sanat kurumlarının üzerinde şiddetli baskıların oluştuğuna  tanık oluyoruz. Bütün zorluklara  karşın Türk toplumunun çağdaş, laik yapısının  korunabilmesi, geleceğe taşınabilmesi sanatçının özgür  düşünmesine, yaratmasına ve paylaşabilmesine bağlıdır. Çünkü; sanat, toplumsal  gelişmenin en dinamik  gücüdür.

Bu  koşullarda sanat  adına ortaya  konulan  her emek saygıya  değerdir. Trabzon  resim sanatının çok sevildiği bir  kenttir.Trabzon’un  yarısı  futbol  konuşurken  diğer yarısı  olmasa  bile  oldukça  önemli  bir  kısmı resme  bulaşmıştır dersek  mübalağa  etmiş  olmayız. Şehir merkezinde yirmiye  yakın ressam  atölyesi vardır. Bunların  bir çoğunda   özel  resim dersleri verilir. Güzel Sanatlar Lisesi, Üniversitemizin Eğitim Fakültesi Resim Bölümü  ve  Güzel Sanatlar Fakültesi ile nerede ise  resim izleyenden  çok  resim  yapanın  var olduğu bir  kent diyebiliriz Trabzon için. 

Resim  yapanların büyük  çoğunluğunun resimlerinin  sergilendiği “39.Geleneksel Trabzon Sanatçıları Sergisi” 20 Aralık 2013  Cuma günü saat 17.30 da  açıldı. Eski  Valilik  binası  içindeki Devlet Güzel Sanatlar Galerisi sergilenen  resimlere ve izleyiciye  dar  geldi. İyi  niyetle  düzenlenen  sergi düzenleyenleri olduğu  kadar izleyenleri de  yordu.

Otuz yıllık bir  sanat yolcusu, akademisyen kimliğimin bana yüklediği  sorumluluk  ile  bu sergiye ilişkin bazı  değerlendirmelerde  bulunmam  gerekir diye düşündüm. Öncelikle “Trabzon Sanatçıları Sergisi’ni” gelenekselleştirerek otuz dokuz yıl   kesintisiz  yapmak, her yıl resim, ressam ve izleyici sayısını artırmak takdire değerdir.Tüm emeği  geçenleri  kutlamak  gerekir. Ancak serginin olumsuzluklarını açık  bir  dille anlatmak, harcanan emeğin  karşılığında elde edilen sonucun değip değmediğini belirtmek  gerekir. Bu  serginin  Trabzon’un  estetik  yaşamına daha  çok  katkı sağlar  hale  getirebilmenin yollarını tartışmak  gerekir.

Bu sergilerin  çok azına  katılsam da  son yıllarda çoğunun  açılışlarını  izledim. Trabzon İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından  düzenlenen bu sergi Trabzon’da  yaşayan  yaşamayan öğrenci, amatör, profesyonel (sergi   katılım  bedelini  ödeyen) herkese açıktır. Toplanan  eserler  Devlet Güzel Sanatlar Galerisi Jürisi  tarafından değerlendirilerek sergilenmektedir. Katılımcılardan alınan  paralara  ek  bütçe  yapılıp bu  bütçe  ile  hazırlanan  katalog daha  sonra katılımcılara ve izleyicilere  dağıtılmaktadır. Serginin katılımcı sayısı, izleyici sayısı artmış olsa da sergi, oluşumu, içeriği ve düzeni-sunumu açısından kendini tekrar eden, hatta; artan beklentileri karşılayamadığı  için kimseyi memnun etmeden  kapanan  bir  sergi  konumuna  gelmiştir.

Bu serginin oluşumunda en önemli eksiklik serginin düşünsel bir   hedefinin(felsefesinin) olmayışıdır. Her yıl  daha  çok sayıda  ressamın katılmasını hedeflemek felsefi  bir hedef  değildir. Bu sergi sadece gelenekselleştiği için  devam ettirildiği izlenimi  yaratmaktadır. Bu  sergi, bu hali ile bir resim  bayramı, resim şenliği, bir resim festivali havasındadır. Düşünsel  hedefi  olmadığı  için serginin adı ile  içeriği örtüşmemektedir. “Trabzon Sanatçıları Sergisi” denildiğinde ciddi   olarak resim sanatına  emek  verenlerin  oluşturduğu bir  sergi anlaşılır. Yirmi yılını, otuz yılını, kırk yılını bu işe  adayan, sayısız  sergiler  açan, çok  sayıda öğrenci  yetiştiren, kendisine  sanatçı denildiğinde mahcubiyet hissedenler ile belki de ilk kez  yaptığı  bir  resimle  sergiye  katılanı yan yana getirip sanatçı  demek bu serginin çelişkilerinden biridir. Usta  sanatçılar öğrencileri ile, genç  kuşaklar  ile  yan yana olmaktan  gocunmazlar, mutlu  olurlar. Ancak bu  sergilerde usta sanatçı ve ressamların henüz  daha resminin temel problemlerini çözememiş (bir çoğu da bunun farkında  olmayan ve haddini  bilmeyen) çok sayıda resim amatörünün arasında ezdirildiğini  görüyoruz. Bu sergiyi “Trabzon Resim Şenliği “ diyerek  açtığınızda kimsenin  söyleyecek  sözü  olamaz. Dileyen dilediği gibi katılır. Böyle  bir  sergi  için  Jüriye de  gerek  yoktur. Katılan herkes  mutlu  olur.

Trabzon’da bu düzeydeki sergilerde Jüri oluşturmak doğru  bir yöntem  değildir. Çok objektif karar verdiğinizde böyle  bir  sergide resimlerin yarısını  dışarıda  tutmanız  gerekir. Töleranslı  davrandığınızda ise Jürinin  saygınlığı  kalmaz. Bir  diğer nokta;  yan yana aynı sergilerde  bulunan, aynı  kurumlarda çalışan iki ressamdan biri  jüri  olduğunda  diğerinin bu sergiye  katılıp katılmayacağına  karar  vermek durumunda  olması hoş  bir durum değildir. Bu sergilerde Jüri görevi  yapmak  oldukça  zordur. Sanat emeğinin ve sanat ahlakının ne olduğunu  henüz  kavrayamamış  bazı kişiler de resmini bu  sergi için vermektedir.Jürinin bu kişilerin  çalışma  süreçlerini takip etmesi, üslup  gelişimini  bilmesi ve  ona göre  sağlıklı karar  vermesi imkansızdır. Nihayetinde kendine  ait  olmayan fotoğrafın  kompozisyonunu   bile değiştirmeden kopya edenler, bir  başka ressam tarafından yapılmış resmi kopya edenler, ya da;  atölye  hocasından ayırt edilmeyecek  kadar benzer resimler ile sergide  boy  gösterenler vardır. Bunlar Jürinin toplumsal sorumluluk  yükünü  artırır. Jüri oluşturulurken birbirine  denk, saygınlığı ve  kararları  su götürmez, tartışmasız  kabul edilen isimlerden oluşturmak da  ayrıca  önemlidir.

Bu sergide ressamlıkla sanatçılık  kavramları birbirine  karıştırılmaktadır. “Sanatçı” sıfatı öyle  kolay  alınan ve kullanılan  bir  sıfat değildir. Sergide yer alan isimlerin bir çoğunun ressamlığı tartışmalı  iken resmi makamlarca sanatçı sıfatı  verilmesi doğru değildir. Bu kişilerin kendilerini çok  önemli  sanatçılarmış gibi  görmeleri, kendi  biyografilerinde bile  kendilerine sanatçı  demeleri çok  komik ayrıca ayıptır.

Sanatçı  olmak  demek tartışmasız özgün yaratıcılığa  sahip olmak, yaptıkları  ile toplumun  estetik yaşamına,  sanatın yaygınlaşmasına, ulusal  kültürün ve sanatın zenginleşmesine katkıda  bulunmak demektir. Sanatçılık her türlü zorluğa, olumsuzluğa, baskıya  karşı dik  duruştur. Gerçek sanatçı kimsenin önünde  yalpalamaz, sermayenin ve siyasetin önünde eğilmez, yağcılık, yalakalık yapmaz, protokol peşinde koşmaz. Oraya  buraya  resim satacağım diye  fırıl  fırıl  dönmez. Sanatçılık ideal  sahibi  olmak  demektir. Geçen yılın kataloguna  bakıldığında sergiye  katılanların yarıdan fazlasının  kişisel sergisinin olmadığı görülebilir. Oturduğun yerde senede birkaç  resim yap, Trabzon’ dan  dışarıya  adımını atma, Trabzon’daki  sergileri bile  takip etme, kendinden  başkasının resmini  görmeye  tahammül etme, herkesi eleştir (özellikle de akademisyenleri) yerine  dibine  batır, sonra  onlarla  birlikte  sergiye  katıl. Üstelik sadece kendi  resmin varmış gibi  resminin  başından  ayrılma, herkesin  sahnesini çalmaya  çalışan oyuncu gibi  davran…Böyle  bir yaklaşım  asla kabul edilemez.

Resim sanatına ciddi  emek  verenlerin sessiz kalmamaları, bu  konu  üstünde kafa  yormaları gerekir. Kimse  kusura  bakmasın ama görüyoruz ki bir çoğu durumdan memnun, sergide poz  poz  fotoğraflarla kişisel tanıtım peşindeler. Oysa  her geçen yıl  düşen seviye herkesi  aşağıya  doğru  çekmektedir. Ataol Behramoğlu  “seviye düşüklüğü bulaşıcı, seviye  yüksekliği  ise  özendiricidir” der. Trabzon da her yönüyle çok güzel sergiler de  açılıyor. Ama salonlarda resim yapanların  çoğunu  göremiyoruz.

Sanat sergileri estetik  bir  sunumdur. İyi düzenlenmemiş bir sergiyi izlemek akortsuz  bir orkestradan konser dinlemeye  benzer.İyi  bir sergi mekanla  bütünleşip mekana değer katar.Kolay izlenir, akılda  kalır, eğitici-öğreticidir. Sergi düzenlemek bütün resimleri yan yana - alt alta  getirmek  demek  değildir. Estetik algı, algı  psikolojisi denilen bir  disiplin  vardır. Bu disipline göre taviz veremeyeceğiniz çok kesin kurallar  vardır. Bu  kurallara  göre çok isimli  sergilerde konu  ve ölçü kuralı  yoksa, bir proje  sergisi değilse resimleri alt alta asla  asamazsınız. Görme  seviyesinin altında olan ve bir başka resmin altında olan  resmin hiç izlenme şansı  yoktur. Resimler  birbirinden  bağımsızsa aralarındaki  boşluk görme mesafesinde birbirini  etkilemeyecek kadar  olmalıdır. Bir  çerçeve  kalınlığı  kadar  bile boşluk bırakılmadan asılmış  bir  sergide resimlerin birbirinden  bağımsız  algılanmaları  mümkün değildir. Sergiler bireyin ve toplumun sanat eğitiminde  estetik  bir  önermedir. Bu sergileri  izleyen insanların evlerine  böyle resim asmalarını isteyebilir miyiz? Bu sergileri izleyen ilköğretim  öğrencilerine estetik değer, doluluk-boşluk, görsel denge kavramlarını  nasıl öğretebiliriz? Resim sanatının estetik dünyalarına nasıl katkı  yapmalarını  bekleyebiliriz?

Sergide bir  başka  dikkat çeken  konu ise sergi ilanında belirlenmiş ölçü sınırlamasına  uyulmamış olmasıdır. Uzun kenarın 80 cm ile  sınırlanmış olmasına karşın  dört beş  çalışmada bu  kurala  uyulmadığı  görülmektedir. Kural konulmuşsa  mutlaka  uyulmalıdır.

Sonuç olarak  bir çoğunun katılmak için can attığı bu sergi, resim sanatının  ciddi emektarlarına göre çok  önemli  bir  sergi  değildir. Hatta hatır için bile  katılanlar bile vardır.(Şahsen ben de sergiyi organize  eden  ve düzenleyen dostlarımın hatırına katıldım). Ancak  böyle  bile  olsa olumsuzlukları  görmek, eleştirmek ve  daha iyi nasıl  yapılabileceğini söylemek bizim  görevimizdir. (Bu alanda bizden  katkı  beklenirse bilgilerimiz  ve tecrübelerimiz  doğrultusunda  elimizden  gelen katkıyı  sağlamaya  da hazırız).

Gerçek anlamda bilim, kültür ve sanat insanı için  söylemesi gerektiğinde söylemesi, yapması gerektiğinde yapması onuru ve namusudur. Zor  koşullarda kazanılmış  bireysel  ve  kamu  kaynaklarının kamunun yararına  doğru  projelerde kullanılması gerekir. Birkaç resim yapanı mutlu etmek adına, yanlış işlerle kamunun  görsel ve estetik  eğitimini ihmal etmeye, sanatın ve sanatçının gelişmesine engel olmaya  hakkımız yoktur.

* KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü









2 Aralık 2013 Pazartesi

ÇOCUĞUN RESİM DÜNYASI VE SANAT EĞİTİMİ
Öğr. Gör. Kadir ŞİŞGİNOĞLU 

Resimler  küçük öğrencim  ERVA GÜL'e aittir

Biyolojik bir varlık olduğu kadar, ruhsal bir varlık olarak da dünyaya gelen çocuk; hem biyolojik hem de ruhsal yönden gereksinimleri karşılandığı oranda yaşama bağlıdır.Yaşama bağlanma sürecinde ailesinin ve yakın çevresinin ona sunduğu koşulları, doğuştan getirdiği öz yetileriyle birleştirerek yaşam bağlarını güçlendirir. Çocuk kendini çevreleyen gerçekliği algılayıp tanırken, iletişim kurarak kişiliğinin dinamiklerini oluşturmaya başlar. Böylelikle savunmasız, korunmaya muhtaç bebek; büyüyen, gelişen çocuk bireye dönüşür.

Çocuğun her biyolojik evresi ruhsal değişimleri de içerir. Çocuğun yürümeye başlamasıyla iletişim zenginliği de yaşanır. Bu dönemle birlikte güçlü iletişim isteği, algı zenginlikleri ile birleşerek çocuğun sosyal ve bireysel donanımlarını artırır. Kendini ifade edebilme becerileri gelişmeye başlar. Çocuğun kendini ifade edebilme becerilerinin ve ilgi alanlarının ip uçlarını elde eden aile onunla ilgili eğitim etkinliklerini de planlamaya başlar. Bu dönemde çocuğun ruhsal beslenme kaynaklarından en önemlisi oyundur. Oyunla birlikte çocuk yoğun olarak kendini ifade süreçleri yaşar. Oyun, çocuğun beden, dil ve zihinsel yetilerinin bütün süreçlerini kullandığı evrendir. Bu nedenle oyun çocuğun ilk yaratıcı tasarımıdır. Bu tasarımda üç boyutlu nesnel kurgu (inşa), iki boyutlu imgesel kurgu (resim) vardır. Bu dönemde, çocuğun sosyalleşme eğitiminde önemli rolü olan oyun, aynı zamanda çocuğun sanat eğitimi ve estetik eğitimi içinde etkinliği yüksek bir güçtür. Çocuğun oyun evreni içindeki başarı durumu kişiliğini güçlendiren, yaratıcılığını geliştiren bir etki yaratır.

Sağlıklı kişilik gelişimi için yaratıcılık çok önemli bir unsurdur. İletişim ve kendini ifade etme sürecinde çocuğun yaratıcı çözümleri başarı ve özgüven duygusunun gelişimine neden olur. Başarı ve özgüven gücü çocuğun yaşamındaki her türlü etkinlik alanını olumlu etkiler. Öz güveni gelişmiş, başarı duygusunu tatmış çocuk, bir sosyal varlık olarak başka insanlarla karşılıklı sevgi, saygı ve anlayış içinde yeni ilişkiler geliştirir. Çocuk bu yeni ilişkileri ile sorumluluk alma, kendini tanıma, yönetme, yönlendirme, gerçekleştirme, değerlendirme yetilerini kazandıracak bilgi ve becerileri kazanır. Bu becerilerin kazanılmasında oyun ve sosyal ilişkiler kadar sanat eğitimi (resim eğitimi) de etkili olur.

Piaget'e göre; resim yapmak çocuk için simgesel bir oyundur. Çocuğun bu oyunda ortaya koyduğu şey duygusal ve düşünsel yaşamıyla ilgili imgelerdir. Sanat eğitimi çocukların özgüvenini kazanmada katkıda bulunan ve yaratıcılığını geliştiren bir eğitimdir. Çocuğun gelişiminde resim eğitimi, eğitimin en az diğer süreçleri kadar önemlidir. Resim-tasarım-uygulama sürecinde çocuk kısa zaman içerisinde "göz ile düşünme" yetisi kazanır. Çocuk çizerek, boyayarak, kurgulayıp inşa ederek çevresinde tekil olarak pek anlam ifade etmeyen nesne ve imgelerden anlamlı bir bütün oluşturur. Bu süreçte çocuk, etkin seçme tercihini kullanır, yorumlar ve biçimlendirir.

Montessori'ye göre çocuk için önemli olan kişilik gelişimidir. Kendi öz kaynakları ile yabancı, karmaşık dünya ile başa çıkma becerisini geliştirmeye gereksinimi vardır. Duyuları yoluyla kendisi için öğrenmek, görmek ve yapmak ister. Çocuk bunları dünya ile uyum içerisinde başardığında tam bir kişi ( birey) olmaya başlar. İşte o zaman eğitilmiştir.

Çocuğun resim eğitimi sürecinde kendi içselliğini öykünmesiz olarak anlatabilmesine olanak sağlayacak koşulların hazırlanması gerekir. Bu koşullar aile içinde anne baba, okulda ise öğretmen tarafından oluşturulur. Ülkemizde sanat eğitimi alanında yaşanan sorunlar genel eğitim sistemi içinde yaşanan sorunlardan ayrı düşünülemez. Ezberci eğitim sistemi, kendi zihinsel ve plastik süreçlerini tam olarak yaşamasına, oluşturmasına izin vermediği için çocuğu imge yaratımında dışa bağımlı kılar.

Sınav odaklı eğitim sistemimiz içinde çocuğun kişiliğinin güçlendirilmesi, kendini ifade edebilme beceri ve yeteneklerinin geliştirilmesi çok önemli değildir. Eğitimdeki başarı sınav başarısı ile ölçülür olmuştur. Sınav başarısına giden yolda çocuğun içsel farklılıkları, yaratıcılıkları ve becerileri göz ardı edilmektedir. Bu nedenle çocuğun kendini ifade etme becerileri gelişememektedir. Duyguları ve duygusal çatışmaları dışa yansıtılamadığı için içsel gerilim tetiklenmektedir. Sevgiye, güvene dayanmayan eğitim etkinlikleri okullardaki şiddet birikimini artırmaktadır.
 

Okulların sanat eğitiminde yarattığı bu boşluk bilinçli aileler tarafından fark edilmeye başlanmıştır. Bu aileler çocuklarının içsel donatılarını zenginleştirmek, okul ve başarı baskısından kurtulmalarını sağlamak için özel kursları, etüt merkezlerini, sanat eğitim merkezlerini çözüm olarak görmektedirler. Buralarda yetenek geliştirici, kişilik güçlendirici ve sanatla sosyal terapi etkinlikleri ile çocuklarının kendi hayatları ile olan bağlarını güçlendirmeyi düşünmektedirler. Ancak birçoğu ticari kaygılarla açılmış, yeterli alt yapısı ve birikimi olmayan kuruluşlar, çocuğun sanat eğitiminde bulunduğu durumu ve neye gereksinimi olduğunu bilmeyen eğiticiler bu alanda yeni sorunların oluşmasına da neden olabilmektedir.

Sanat eğitimi ilkeli ve düzenli olduğunda çocukta istenen olumlu değişim gerçekleşebilir. Birçok aile ve öğretmen resim yarışmalarında başarı (ödül) beklentisi içindedir. Bu beklenti çocuğun resim eğitimi sürecini ailelerin ve öğretmenlerin beklentilerine uygun resim yapma sürecine dönüştürmüştür. Bu beklenti bir süre sonra çocuklarda bıkkınlığa, resim küskünlüğüne neden olmaktadır.

Resim eğitiminde asıl hedef, çocuğun özgün imge yaratmasını kolaylaştırmak ve hızlandırmaktır. Özgün imge yaratma cesareti oluşan, yarattığı özgün imgelerle görsel belleği güçlenen çocukların bu alandaki başarısı dil ve zihinsel gelişimine olumlu yansıyacaktır. Görsel belleğin dolu olması görsel uyarıcıların daha çabuk algılanmasını dolayısı ile görsel okur yazarlığı artırır. Özgün imge yaratım süreci çocuğun dış dünyayı, daha etkin ve farklı görmesini ve tanımasını sağlar. İlkeli ve düzenli bir resim eğitimi süreci yaşamış, özgün imge yaratabilme başarısını göstermiş çocuklar, artan özgüvenleri ile kendisini kuşatan sosyal ve fiziksel dünyayı daha güçlü bir kimlikle kavrayabilecektir.

30 Ekim 2013 Çarşamba


KENT BELLEĞİ  VE  SANAT
Kadir ŞİŞGİNOĞLU   
KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü



Görsel Tasarım: Murat Germen
Kent; fiziksel bir bütünlüğe ve somutluğa sahip en büyük toplumsal birimdir. Aynı  zamanda geniş bir toplumsal ilişkiler ağının hem yaratıcısı hem de düğüm noktasıdır. Kent’ler sadece maddi yapılardan ibaret değildir, insanın yabancı  diye  tanımladığı "kendisi gibi olmayan" ile, karşı karşıya geldiği, ilişki kurduğu ve birlikte yaşadığı yerdir. Rousseau'nun deyişiyle, "köyü, kasabayı evler oluşturur, kenti ise yurttaşlar".
“Nüfusunun büyük bölümünün ekonomik faaliyet alanı olarak ticaret, sanayi, yönetim ve hizmetle ilgili işlerle geçimini sağladığı toplumsal ve kültürel bir örgütlenmenin olduğu yerleşim alanı şeklinde ifade edilen kent, insanların barınmadan, eğlenmeye tüm ihtiyaçlarının karşılandığı ve sürekli bir toplumsal gelişim gösteren, bütünleşme derecesinin yüksek olduğu (Keleş, 1973:7) yerleşim yeri olarak” ve “fertler arası ilişkilerde geleneksel ilişkilerden çok rasyonel davranışların ağırlıkta olduğu, günümüze has bir yerleşme biçimi ve topluluk türü olarak tanımlanır” (Sencer, 1979: 9).
Türkçe’de “Kend”, Farsça’da “Şehir” her tür yerleşme  birimi anlamına gelse de  kent; belirli  bir  ölçünün  üzerindeki  yerleşim yeri olarak  tanımlanır. Arapça da karşılığı medeni olan yer anlamına gelen “Medine” dir. Batı dillerindeki  karşılığı  için Latince de “civis”(vatandaşlık), civitas (kendi  kendini yöneten kent devleti), aynı  kökten İngilizce de “city”, İtalyanca da “citta”, Almanca da  yönetsel ve siyasal  bir anlam taşıyan “stadt”, Latince de aynı anlamda  urbs sözcüğü kullanılmıştır. Fransızca da ise Urb kökünken türetilmiş “Urbain”  sözcüğü dikkat çeker. Daha  sonra Latince civis  kökünden  üretilen “civilis”  İngilizce “civilazation” , Fransızca “civilasation” sözcükleri uygarlık anlamında  kullanılmıştır.(Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi-2)
Wolf Schneider’ın “insanın  kendisi için  yarattığı  bir  dünyadır” diye  tanımladığı İlk kentlerin ortaya çıkışı  farklı kuramlarla açıklanabilmektedir. Bunlar: Hidrolik toplum kavramı ve artı ürün, Pazar yeri olarak kent, Güç odağı olarak kent, Kutsal yer olarak kent kuramlarıdır. Bu  kuramlar kentlerin suya dayalı tarımsal merkez, ticaret  merkezi, siyasal  merkez ve inanç merkezi olma  özelliklerini sağlamıştır. Kentler organizasyonun  zorunlu  olduğu karmaşık  bir  nüfus  ve  toplum  yapısını  barındırır. Gordon Childe, göre; bu  toplulukların birlikte  yaşama  zorunluluğu toplumdaki organik dayanışmayı  ortaya çıkarır ki bu uygarlık tarihinde  “kentsel devrim’dir.” Bu  nedenle  “uygarlık  tarihi  kentlerin tarihidir”.
Kentler henüz kurulmadan, MÖ. 10.000’li yıllarda Neolitik Dönem’le birlikte, ilk kez yerleşik hayata geçilmiştir. Bu dönemde, Anadolu’da Güneydoğu Torosları eteklerinde, Diyarbakır-Çayönü, Körtik Tepe; Batman-Hallan Çemi; Urfa-Nevali Çöri ve Göbekli Tepe  gibi ilk köy yerleşimlerinin kurulduğunu görüyoruz.
İnsanoğlunun toprağa yerleştiği ve üretici bir duruma geçtiği bu Neolitik yerleşmeler, kentlerin ortaya çıkışının ilk öncülleridir. Bunu Orta Anadolu’da MÖ. 7000’li yıllarda kurulan Konya-Çatalhöyük ile Kuzey Irak’ta kurulan Jarmo yerleşmeleri izler. Çatalhöyük’te evler, birbirine bitişik ve kerpiçten yapılmıştır. Evlerin girişi, damların üzerindendir. Evlerin birbirine bitişik bir şekilde yapılması; Çatalhöyük’ün, dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı korunmasını sağlamıştır. Arkeologlara göre, nüfusu on bin çıvarında olan Çatalhöyük, artık köy diyebileceğimiz bir yerleşimin özelliklerini çoktan aşmıştır. Çatalhöyük’teki bu yapı, kentlerin ortaya çıkışının habercisi olmuştur.

Bu öncü kentlerin ardından, MÖ. 4000’li yılların sonlarında Güney Mezopotamya’da yeni kentler ortaya çıkmaya başlamıştır. Sümerler tarafından kurulduğu kabul edilen, etrafı surlarla çevrili ve bir tapınak etrafında diğer yapıların yer alması ile şekillenen ilk kentler, aynı zamanda siyasal olarak da birer kent devletidir. Site adı verilen, bu kent devletlerine Ur, Uruk, Eridu, Lagaş, Kiş ve Larsa’yı örnek verebiliriz. Mezopotamya’da ortaya çıkan bu gelişme, kısa bir süre sonra benzer bir şekilde Mısır’da ve  Hindistan da ortaya çıkacaktır. Bu üç bölgede, kentlerin benzer bir şekilde ortaya çıkmasında, coğrafi olarak Hindistan’da İndüs Nehri, Mısır’da Nil Nehri,  Mezopotamya’da ise; Fırat ve Dicle Nehirleri’nin varlığı etkili olmuştur. Kentler içinde  yaşayan  toplumun  gereksinimleri  ve  kent  yönetiminin iktidar ideolojisine  uygun şekilde  gelişmiştir. Merkezinde çok  katlı  tapınağın  yer  aldığı asimetrik  planlı Mezopotamya  kentlerinin  etrafı  zamanla yüksek  surlarla  çevrilir.

Nom adı verilen Mısır  kentleri Nil  taşkınlarından  etkilenmeyecek  yüksek  eğimli  bir  araziye  kurulmuştur. Yolların dama  tahtası  gibi  ayrıldığı kentlerde piramitler  sembol değeri  taşırken, firavunun yaşadığı  saray, varlıklıların  bulunduğu  bölüm ile  halkın  yaşadığı derme çatma  malzemeden  yapılmış mütevazi  konutların bulunduğu  bölüm kalın  duvarlarla  birbirinden ayrılmıştır. Mısır ile Hindistan arasında  ticaret  yollarının   merkezinde   bulunan Mezopotamya kentlerı daha ölçülü , daha  planlı  ve  bakımlıdır. Mezopotamya kentlerinde peyzaj toplum hayatına katkı sağlar. Asur  Kralı 2.Nabukadnezar’ın karısı  Semiramis adına  yaptırdığı ünlü “Babil’in Asma  Bahçeleri” dünyanın yedi  harikasından biri sayılır.
Anadolu nerede ise Dünya Kentsel tarihinin tümünü  örnekleyebilecek bir  zenginliğe  sahiptir. Tarih öncesine özgü yerleşme  düzenlerinden Hatti’ler,  Hititler, Frigler, Truva ve Batı Anadolu Uygarlıkları, Roma, Bizans, Selçuklu  ve Osmanlı’dan günümüz  kentlerine ulaşan kesintisiz  bir evrimleşmenin izleri  çoğu  kentte  görülebilir.
Kent planlama düşüncesi İ.Ö. 5. yüzyılda Yunan yapı geleneğinde köklenir. Buna ait ilk bulgular Miletos’lu Hippodamos’un yaşadığı dönemden yüzyıllar öncesine tarihlenmektedir. Hippodamos’tan yüzyıllar önce Batı Anadolu’da Smyrna ve Miletos kenti ileride neler yapılabileceğine dair ipuçları da verir. Bir Yunan kentinin en önemli alanı topluluğun siyasal, dinsel ve ekonomik açıdan odak noktası olarak kullanılan Agora’lardır. Esas olarak Agora kentin sokak sisteminin merkezine uygun bir biçimde konumlandırılmış olan bir açık alandır. Yönetim yapıları, stoalar, tapınaklar, altarlar, heykeller ve diğer kamu yapıları kent geliştikçe agoranın çevresinde toplanır. Fakat birbirlerinden bağımsız görünürler. 
Romalılar Yunan sömürge  kentlerinin  etkisinde  kalarak dama tahtası  kent planını  benimsemiş, buna  en  uygun düz  araziyi seçmişlerdir.Yunan uygarlığında egemenliğin halka  bırakılmasından  dolayı kent  merkezi Agoraya  ve dinsel yapılara göre  planlanırken; Roma da yönetim açısından  en  yüksek  onur  imparatora ait  olunca imparatorluğun  görkemine  yakışır kamu yapıları ön plana  çıkmıştır. Temelde  Yunan mimari biçimlerinden  yararlanılmış  olsa da anıtsal  yapı  tutkusu insan ölçeğinden  uzaklaşılmasına neden  olur.
Roma’nın  çöküşünden  sonra Ortaçağ  kentleri  kuruluşları  bakımından  Eski Roma kentlerinin  devamı olanlar,  Derebey şatosu veya kilise  etrafında kurulup  kendiliğinden  gelişenler, 13.yz dan sonra  planlı  olarak  kurulan  ve  gelişen  kentler olmak üzere üç  grupta  toplanabilir. Ortaçağ  kentlerinde  meydanlar  kamusal alanlar  kent  yaşamının  merkezidir. Ortaçağın  sonuna  doğru lonca’ların güçlenmesi kentte   yaşayanların, yaşamını  tarım  dışı etkinliklerle kazanan  insanların sayısını  artırmıştır. Burg’lu  dediğimiz “burjuvazi”  sınıfı aristokratların ve  ruhban  sınıfının  yanında üçüncü  bir  güç  olarak  yerini  almıştır. Burjuva  sınıfının doğuşu ile Avrupa’da  kentsel uyanış  başlamıştır.
Yeni bir ekonomik yapı, yeni bir politik düzen,  yeni bir dünya görüşünün yarattığı  Rönesansl’a birlikte  kentlerin yapısı da değişir. Ortaçağın kendiliğinden organik bir biçimde ortaya çıkan kentsel formuna ve estetiğine karşın, Rönesans’ta bilinçli bir düzen yaratma ve belli bir estetik anlayışa ulaşma çabası hakimdir. Kentler bütün parçaların bir arada düşünüldüğü, koordine edilerek tasarlandığı bir sanat eseri olarak düşünülmüştür.
Barok dönemde  ise Rönesans döneminin aksine kent mimarisinde  hareketlilik, çok yönlülük, birleşme  ve  bütüne  katılma, derinliğine gelişme söz konusudur. Barok kentin temel özellikleri XIX.yüzyılın ortalarına dek klasizm, romantizm, naturalizm gibi farklı sanat akımlarını da içererek devam etmiştir.
Sanayi Devrimi toplumları temelinden sarsmış, her şey altüst olmuş ve yeniden yapılanmıştır. Üretim biçiminin değişmesi yaşam biçimlerini etkilemiş kentler karmaşık bir  yapıya  evrilmiştir. Fabrikalar, demiryolları ve sefalet mahalleleri sanayi kentinin formunu belirleyen elemanlar  olarak kentlerde kendine  yer bulmuştur.
20. yüzyılın  başında kentlerin  artan  nüfus  yapısı, karmaşık  işlevleri, kent  merkezlerinin  yükselen  rant  değerleri kentleri  dikey  gelişmeye  zorlamıştır. Günümüzde  insan  aklını  zorlayan yüksek  kule yapılarının salgın  olarak önce  Amerika sonra da  diğer  Avrupa  başkentlerinde  görülmesi bu  döneme  rastlar. Kentlerin insan  yaşamı  için   çekim  merkezi  olması kentleri  mütevazi görünümünden  uzaklaştırmıştır. Önce metropoller  oluşmuş, günümüzde  ise bir  çok metropol megapole  dönüşmüştür.
Kentler; kuruluşundan  başlayarak günümüze kadar  geçirdiği değişimler ve dönüşümler ile dikey  ve  yatay gelişirler. Bu günkü  fiziksel  ve  mekansal yapılarına  kavuşurlar. Kentler geçirdiği tarihsel  süreçlerin izlerini yeraltındaki dikey  veya yerüstündeki yatay katmanlarında barındırırlar. Bu izler kentlerin geçirdiği  kültürel  değişim evrelerini tanımamızı, günümüze  kadar  ulaşamayan toplumları  ve  yaşam  biçimlerini anlamamızı sağlar. Kentlerdeki  farklı dönemlere  ait kültür katmanları yarattığı  çeşitlilikle kent  kültürü bütünlüğü oluştururlar. Kentten kente  değişen bu  birikim  kentlerin mimari  ve  mekansal  zenginliklerini yaratır. Aslında kent önce  yapısal bir oluşumdur, yani  mimaridir. Ve bu   mimari oluşan kent  kültürünün  koruyucusudur. Kentin yatay ve dikey  katmanlarında  biriken  kültür varlıkları toplumsal kültür ve bilincin oluşumuna da önemli katkılar sağlamaktadır.

Ancak;  kentleşmeye  bağlı  gelişmeler binlerce yılda oluşan kent dokusunu derin bir biçimde dönüştürerek geçmişin izlerini silmekte ve içerdiği katmanları yok etmektedir. Kentlerden  geçmişin  izleri  silindikçe  kimlikleri  kaybolur. İnsanlar gibi kentlerin de bir kimliği vardır. Kimliğini yitiren insan nasıl ürker, tedirgin olur, panikler, varlığını kanıtlayamama korkusuna kapılırsa, kentler de aynı durumu  yaşayabilir. Kimliğini yitiren kentler; önce bozulurlar, geçmişle olan bağları kopar, boşlukta kalır; sonra da yok olup giderler. 

Kent kimliği” nedir, nasıl oluşur?..

Bir kentin coğrafi konumu, doğal ve tarihi dokusu, mimari yapısı, kentlinin ekonomik ve kültürel yaşayış biçimi, gelenek ve göreneği konusundaki özgünlüğü onun kimliğini oluşturur. (Aydeniz,2010). Bu kimlik kısa zamanda oluşmaz. Bir  kenti  diğerinden  farklı  yapan yüzlerce, binlerce yılı bulan yaşanmışlıkların birikimidir. Bu  birikimlerin  toplamı kentin  belleğini oluşturur.

“Kent Belleği” ne demektir?... 

Kentin bugün var olduğu toprakların üzerinde kurulmuş olan tüm medeniyetlerinden başlayarak günümüze kadar var olan, anı, bilgi, nesne, obje, kitap, fotoğraf, ses kaydı, o kenti  ve kentin kuruluşundan öncesini tarif eden, anlatan, açıklayan, kayıt altına alınmış ve korunmuş olan eski ve yeni her şey Kent Belleğini oluşturur (Mustafa Tekeli; 2011).
 Kent  belleğinin  yaşaması  kuruluşundan bu yana orada yapılanların, yazılanların, belgelerin, bulguların korunup saklanmasıdır. Kent  Belleğinin  korunması  aynı  zamanda kentlerin  tarihsel  sürekliliğinin korunması demektir. Tarihsel sürekliliğin  korunması ile kentsel  gelişim arasında  denge sağlanamadığında geçmişe  ait buluntular kent  yaşamında  aktif   rolü olmayan işlevsiz  alanlara dönüşür.

İnsan bilinci kendi yaratımı olan maddi ve düşünsel doku ile  yaşadığı  çevresi arasında  sıkı bir etkileşim ve etkilenme içindedir. Kent ile  insan  arasındaki ilişki iki  yönlüdür. Kentin yapısı; içinde  yaşayan  insanı toplumsal değişim sürecinin her anında  etkilerken bu süreçte üreten insan da çevresini ve kentini değiştirir. Bu nedenle insan kenti yaratırken, kent de insanı yaratır.

Bir kentin yüzü size, içinde yaşayan insanın entelektüel yapısını ve bilincinin gelişkinlik seviyesini anlatır. Bir kente bakarak, o kentin insanlarının, toplumsal davranış biçimi ve siyasi, ekonomik ilişkilerinin yapısı hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz. Kentin kimliği insanın kültürel kimliğidir. Ve her kent, topluma ve kendine yabancılaşan insanın ağrısını ve hüznünü yansıtır(Türkdoğan,2010).Kentin yapısının belirlenmesinde  o kentte  yaşanan  üretim–tüketim ilişkileri, siyasal  ve  ideolojik yapı, dinsel inanışlar ile kentin coğrafi konumu ve  durumu etkendir. Kent kültürünün oluşumunda  belirleyici olan bu  etkenlere, kent toplumunun entelektüel  süreçleri  içinde  yer alan  sanat’ da bu etkenlerden  biridir. Ancak; sanatın  kent yapısında  değiştirici rolü, kentin ekonomik, siyasal  ve  dinsel gücü  ile  sınırlanır.
Bir kenti oluşturan öğelerin bütünü, kentsel dokuyu oluşturmaktadır. Kentsel dokuyu oluşturan elemanların mekan, form, renk, ışık, su, doğa gibi etmenlerden oluştuğu ve bu birleşim sonucu kentin fiziki yapısının şekillendiği görülmektedir. İnsan öğesi de bu birleşimle birlikte kentin ana eksenini oluşturmaktadır. Bütün bu etmenler sanatın terminolojisi ile yakın bir ilişki içindedir. Bu durum kentsel mekanların bir sanat yaratması olarak ele alınmasını olanaklı kılmaktadır. (Altıntaş,2012)

Bir  sanatsal  yaratım  olarak  değerlendirebileceğimiz kentlerin toplumsal  ve yapısal durumu  sanatçının  üretim  sürecine yansır.  Bu nedenle sanat  ürünü; kentin fiziksel dokusunun estetik  taşıyıcısıdır. Kentlerin  fiziksel yapısı; o yapı  içinde  üretilen-yaratılan  kültürün giysisidir. Kentin kültürel  yapısı  sanatı ve  sanatçıyı  üretim  süreci  içinde  doğrudan etkilerken, sanatın   kent yapısının  gelişimindeki etkisi  dolaylıdır.  Kentin farklı gelişim  süreçleri  içinde oluşmuş kültürel unsurları  kent belleği  içinde  yer alır. “Sanatçı da bu belleği algıya, algıyı da biçime dönüştürür”.Kentte yaratılmış  biçimlerin  üst üste katmanlar  haline  gelerek oluşturduğu kent  kimliği bireyler ve toplumsal değerlere göre olumlu-olumsuz, güzel-çirkin gibi yargılarla tanımlanmakta ve süreç içerisinde yeniden üretilmektedir Bu  kimliğin, sürekli yaşayan gelişen, zenginleşen ve yeni  oluşumları - gelişmeleri  hoşgörü  ile karşılayacak  bir  karakter taşıması  gerekir.
Çok katmanlı  ve  çok  kültürlü ortamda, geçmiş  kültürlerin sembolleri ile  yaşayan  kent  insanı ince bir sanat anlayışı ve estetik zevke sahip olur. Bu durum insanın çevresiyle olan iletişimini doğrudan etkiler. Böylelikle insanlar üzerinden kentler de yeni bir kimliğe,  “sanatsal kimliğe” sahip  olur.

Sanatçı içinde barındırdığı duyarlılığı sayesinde çevresi ile yaşam arasında bağ kurabilir, tarihsel kent  dokusu  içinde  geçmiş  kültürlerin değerlerini çok kültürlü okumalarla evrensel değerlere dönüştürebilir. Bu sanatsal yaratımlar  kentin  sanatsal kimliğinin gelişimine katkıda  bulunduğu  gibi, kent  kültürünün zenginliğini de  artırır.
İnsanlık tarihi boyunca, toplumlar kültür birikimlerini kentlerde göstermişlerdir. Toplum ve kent arasında sürekli bir etkileşim söz konusudur. Toplumlar yaşadıkları kente hayat verirken
aynı zamanda geleceğin kentine şekil verir. Mumford’a göre ”kent insanın en büyük sanat  yapıtıdır.”


Tarihsel kent dokusu, o toplumun kültür mirasının önemli bir bileşimidir. Kent belleği  kentleri geleceğe bağlayan kültür  mirasıdır. Kültür mirasının yok olması geçmişin  hızla unutulması, geleceğin  belirsizleşmesi demektir.

KAYNAKLAR
1-Altıntaş, Osman . Birey Toplum İlişkisinde Kent Kültürü, Kamusal Alan Ve Onda Şekillenen Sanat Olgusu – İDİL, 2012, Cilt 1, Sayı 5 / Volume 1, Number 5
2-Aydeniz,Ebru Yaşar,Kent Arkeolojisi Kavramının Dünyadaki Gelişimi ve Türkiyedeki Yansımaları
3-Roth,Leland.M,Mimarlığın Öyküsü, Kabalcı Yayınevi İstanbul,2011
4-Bayındırılık  ve  İskan Bakanlığı,Kentleşme  Şurası 2009 –Kentlilik Bilinci Kültür  ve  Eğitim Komisyonu
5-Binici, A. Kentleşme Tarihi. Bilim Adamı Yayınları. Diyarbakır: 2005.
6-Drucker, P.F. “Kapitalist Ötesi Toplum”, çev. Belkıs Çorakçı. İnkılâp Kitabevi. İstanbul, 1993.
7-Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi 2
8-Erdoğan,E. „Çevre ve Kent Estetiği‟. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi ZKÜ Bartın Orman Fakültesi Dergisi. Cilt (8). Sayı 9. 2006.
9-Güney,Güney.-Özyıldırım,Sercan Özgencil. İstanbul /Kent Belleği Mekansal Süreklilikler, İBB Kültür AŞ. Yayını, 2010
10-Habermas, J. Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, çev. Tanıl Bora, Mithat Sancar, 5. bs, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003
11-Keleş, R. 100 Soruda Türkiye‟de Şehirleşme, Gerçek Yayınevi, Ankara, 1973.
12-Mumford,,Lewis. Tarih Boyunca Kent-Kökenleri,Geçirdiği Dönüşümler ve Geleceği, İstanbul 2007,
13-Sencer, Y. Türkiye‟de Kentleşme. Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara: 1979.
14-Yahyagil, M. Kentlerin kültürün gelişimine etkileri, Sosyoloji Konferansları, İ.Ü.İ.F. İstanbul, 25.Kitap.
15-Türkdoğan,Fatma.Kent Tarihi Dokusunun Sanat ve Sanatçılar Üzerine Etkisi, www.milliyetblog
16-Şişginoğlu,Kadir. Müze Kültürü ve Eğitimi, Ankara 2011





5 Ağustos 2013 Pazartesi


BİR ŞAİRİN ÖLÜMÜ

Kimse inanmaz
Benim hafif-makineliyle öldüğüme
Veya ayrıldığıma dünyadan
 
Benimde başkentte bi odam
Şiir kitaplarım
Üniversitede adım
Ve arkadaşım vardı
 
Yaşasaydım…
Salah Birsel

Yıl 1981 o zaman adı Gazi Yüksek Öğretmen Okulu Resim Bölümünde  2. Sınıf öğrencisiyim.12 Eylül darbesi  yapılmış, askeri  yönetim bir emekli  albayı Okul Müdürü  olarak  atamıştı.Gençlik  kanımız  kaynıyor, bir şeyler  yapma isteğiyle  tutuşuyorduk.Entekllektüel  birikimi  olan  arkadaşlarımız bir  araya  geldik.Bir  duvar  gazetesi  çıkarmaya  karar  verdik.Bölüm başkanımız  Hüseyin Bilgin’di.Grubumuzda otuz yıl  sonra  bile  dostluğumuzu  kardeşliğimizi devam ettirdiğimiz sınıf arkadaşımız Osman Bellek, Aytekin Göktürk, Ali İnce ,bizden bir üst  sınıf  olan Suzan Türkmen, Şinasi Tek, Zülküf Mert, yine aynı sınıftan arkadaşımız  Derya  Sarar…bizden alt  sınıflardan  çok  güzel  şiirleri  olan Nurşen…ve  beni  bağışlasınlar isimlerini  şu an  hatırlayamadığım diğer  arkadaşlarım…
Gazetenin  adını “Ekin” koyduk. Logosunu yanlış hatırlamıyorsam Namık Kemal Sarıkavak tasarladı, ahşaptan dekopajla kesildi,  hazırlandı.Kaç sayı  çıkardık  hatırlamıyorum ama üçüncü sayısında şair  Bilgin Adalı’nın bir  şiirini gazetede  yayımladım  diye okul müdürü  tarafından  şiddetli  ve  tehditlerle  dolu sorguya  çekildim.Yine de bu  gazete ve  yazma  işi  yaşantımıza  öyle  sindi  ki, bizi  öyle pişirdi ki hepimize  farklı  bir  öğrencilik yaşattı.Gazete toplantıları, araştırmalar,  yazmalar, sayı  yetiştirmenin telaşı…Asıldıktan sonra  gururlanarak  okumalar….Yazıları  tartışmalar..Hepimizin  hayatında çok  özel  anılar  yarattı. Sevgili  kardeşim Aytekin Göktürk  o ahşap logoyu uzun yıllar sakladı diye biliyorum. Yıllar  sonra  bir  oğlu  dünyaya  geldiğinde adını  Ekin koydu.
Ekin’in ilk sayısı  idi. (Biraz şairliğimden olsa) gazetenin “şiir-öykü-deneme” bölümü sorumluluğu bana verilmişti.  Bu  bölümün ilk  konuğu şair Ahmet Erhan oldu….O zaman sanırım yirmi iki yaşlarında idi.Aynı  okulun  Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde  son sınıf öğrencisi  idi.Yazdığı “Alacakaranlıktaki Ülke”  kitabıyla Behçet Necatigil şiir ödülünü kazanmıştı.Biz de kendisini tanımak  ve  Resim Bölümüne  tanıtmak  istedik. Kitabını , şiirlerini  okudukça  çok  sevdik, gururlandık. Yaptığımız  söyleşiyi  yayınladığımızda arkadaşlarımız da  sevdiler. Adından çok  konuşulacak  bir  şair  olacak diyorduk. Sonra şiirleri, kitapları,  ödülleri  birbirini  kovaladı…Yaşamını Türkçe  öğretmeni  olarak Ankara’da sürdürdü.
Bir daha  kendisi ile yüz yüze  hiç  görüşemedim, ama;  şiirlerini  hep  takip ettim. Milliyet Sanat 1986-87 yıllarında Türk Şiiri Antolojisini kasetler  haline getirip okuyucularına  hediye  etmişti. Onlardan  birinde Ahmet Erhan kendi  sesinden bir  şiirini  okumuştu.”Anne ben geldim, oğlun,hayırsızın” …sesi ,diksiyonu da  bana çok  benziyordu. Anneme muzırlık  yapıp o  şiiri dinlettiğimde  çok etkilenmiş ve  ağlamıştı.Ben olmadığıma zor  ikna  etmiştim kadıncağızı.   Benim  gözümde  lirik Türk şiirinin genç  prensi idi Ahmet Erhan.Bu  nedenle  Müzisyenler de  ilgisiz  kalmadılar  Ahmet  Erhan şiirlerine. Ahmet Kaya, Teoman müziklerine  taşıdılar.
Ataol Behramoğlu onun için "Ahmet Erhan, genç kuşağın adından en çok söz edilen şairlerindendir; kendi kuşağının, denilebilirse en lirik şairidir. Şiirimizin lirizm zenginliklerini, özellikle 60 sonrası yeni toplumcu şiirin çeşitli öğeleriyle kaynaştırarak kendine özgü bir sese ulaştı. Nihat Behram'ın şiirleri gibi, Ahmet Erhan'ın şiirleri de, sanatsal değerlerinin yanı sıra, ülkede genç insanın yaşadığı dramın bir çeşit güncesi olarak da önemli. Karamsar ses tonu; geride, bastırılmış, direnen bir yaşama sevincini gizliyor." Demişti bir kitabının arka  sayfasında.
Ama  gerideki  bastırılmış, direnen yaşama  sevinci onu yarı yolda  bıraktı. Uzun  süredir gırtlak kanseri  tedavisi  görüyordu.4 Ağustos günü yaşama  veda etti. Geride ”Ben ölmedim anne”  diyen  sesini  ve  şiirlerini  bıraktı. Bir de  bizim  kuşağa  yaklaştırdığı  ölümü.
“Bir  şair  ölünce  gökte bir  yıldız  kayar…Bir  şair  ölünce her şair  biraz  ölür”(müş).
                                        
                                                                            5 Ağustos 2013,   Kadir ŞİŞGİNOĞLU



29 Temmuz 2013 Pazartesi





BALKANLARDA İZ  SÜRMEK     (BATI TRAKYA – İSKEÇE)

Tatil rehavetindeki  Gümülcine  güne  yeni başlarken  biz  kent  içindeki  gezimizi tamamlamıştık.  Saat  9.30 da yola  koyulduk. Bereketli , yemyeşil  düz  bir  ovanın içinden İskeçe’ye (Xanthi ‘ye) doğru yol alıyoruz. Sağımızda birbirinin arkasında  giderek  yükselen Rodop dağları uzanıyor.  Eteğinde irili ufaklı   bir çok Türk köyüne  kol  kanat  geriyor sanki..Uzaktan  camilerini , minarelerini  gördüğümüz Türk  köyleri Anadolu’da  yolculuk yaptığımız  kanısı  uyandırıyor . Kimi  köylerde minarelerle  birlikte  çan kuleleri de  görülebiliyor.Yaklaşık yarım saatlik  bir  yolculuktan sonra  İskeçe’ye geliyoruz.
İskeçe meydanı bizi   koca  çınarı  ve saat kulesi  ile  karşılıyor. Meydanın sol tarafında  büyük  bir kilise görülüyor. Saat yaklaşık 10:00 suları. Kahvaltı  yapıp  kenti  gezmek istiyoruz. Bütün tabelalar Yunanca  yazılı  olunca  rehberimizin yönlendirmesi  ile  yan yana sıralanmış Türk börekçilerinin tezgahlarına  dağılıyoruz ve siparişlerimizi veriyoruz. Peynirli, kıymalı, patatesli  böreklerin kokusu taze demlenmiş  çayla birleşince açlığımızı  kışkırtıyor. Dükkanların  önünde  ağaçların  altına  atılmış  masalarda  serin  serin  oturup  kahvaltımızı yapıyoruz. Kahvaltı sonrası parkın içinden geçerek Türk mahallesine  doğru  ilerliyoruz. Parkın içinde oturanlardan  bazıları  grubumuza  doğru  ilerleyip konuşmak  istiyorlar. Türkiye’den geldiğimizi  öğrenince  seviniyorlar..Belli ki yüreklerinde derin bir  özlem  var.  53 bin İskeçe nüfusunun  önemli  bir çoğunluğunun Türk olduğunu öğreniyoruz. Buna  rağmen baskıcı, asimilasyonist  tutum nedeniyle  Türk varlığını görmek  için İskeçe’ye  ve Batı Trakya’ya derin  bakmak  gerekiyor.
Bölgeye Osmanlının yerleşmesi 1363  yılında başlamış, Osmanlı hakimiyeti altına  girmesi  ise 1371 Çirmen zaferi  ile gerçekleşmiş. Çirmen Zaferi  sonrası Konya  yöresinden  getirilip  yerleştirilen  Türklerden önce  bölgede Türkler  vardır. Hun Türkleri M.S. 4. yüzyılda, Avar Türkleri 5. yüzyılda, Peçenekler 9. yüzyılda, Kuman Türkleri de 11. yüzyılda bu bölgeye yerleşmişlerdir.  Osmanlı ile Türk yurdu haline  gelen Batı Trakya topraklarında  1.Dünya  Savasına  kadar  Türk varlığı  azalarak da  olsa  kendini  koruyabilmiş. Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru  1917’de Yunanlılar, Almanlara karşı savaşa girince, Bulgaristan’ın elindeki Batı Trakya, Yunanlılara geçti. Paris Barış Konferansında da bu durum teyid edildi. Yunanistan, Batı Trakya’da referandum yaparak bu toprakların mülkiyetini daha yasal bir zemine oturtmak istiyordu. Nitekim 27 Kasım 1919’da Batı Trakya’da bir referandum yapıldı. Bu tartışmalı referandum sonucunda Türk  nüfus ezici çoğunluğa  sahip  olmasına  karşın  masa  başı  oyunları ile Batı Trakya Türkiye’den koparıldı  Yunanistan’a verildi. 1923 yılında imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile 500 yıldan fazla Türk egemenliğinde bulunan de Batı Trakya artık Yunanistan’ın bir parçası oldu.
Gümülcine   ve İskeçe Batı Trakya  Türk  varlığının merkezi. Gümülcine den sonra  en fazla Türk nüfusun  yaşadığı yer İskeçe. İskeçe’de, 1927 yılında kurulan ve nerede ise Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt olan bir dernek “İskeçe Türk Birliği–İTB” bulunmaktadır. İsminde “Türk” sözcüğü bulunmasından ötürü, dönemin İskeçe ve Rodop Valilerinin emri ile 1983  yılında; İskeçe Türk Birliği , Gümülcine Türk Gençler Birliği ve Batı Trakya Türk  Öğretmenler Birliği’nin tabelaları polis tarafından sökülmüş, uzun  yıllar süren ve  tarihe geçecek kadar önem arz eden bir hukuk mücadelesi bu suretle başlamıştır.Yaklaşık 25  yıl süren Hukuk  mücadelesinden  sonra AHİM kararı ile Türk sözcüğünü kullanım hakkını elde  etmelerine  rağmen Yunan makamlarının oyalayıcı  ve zorlaştırıcı tavrı  nedeni  ile Türk Birlikleri  henüz  tabelalarını  asamamışlar.Yunan hükümetinin azınlıkların tanımında  “Türk “ sözcüğüne  tahammül  edemeyen tavrını  değiştirmeye AB nin bile  gücü  yetmiyor. AB nin  hoşuna  gidecek diye  kendi ülkesinde  “Türk”  sözcüğünü  söylemeye  cesaret  edemeyip, kırk  çeşit  azınlık  yaratan  bizim  yöneticilerimizin   tavrını görünce Yunanlılara da söyleyecek  bir  sözümüz kalmıyor.   
Neyse  biz  yine İskeçe’ye  dönelim.  Ortodoks Yunan, müslüman Türk ve Pomaklar'dan oluşan karışık bir nüfusa sahip  İskeçe . Birkaç kilise ve manastırın yanı sıra çoğu XIX. yüzyılda yapılan yedi cami bulunuyor. Ayrıca II. Dünya Savaşı'na kadar burada Musevî topluluk da yaşamış. İskeçe'de bir müftülük ve bir hıristiyan Ortodoks piskoposluğu mevcuttur. Ancak Yunan  hükümeti  müslüman Türklerin seçtiği müftüyü  tanımıyor, kendi atadığı  müftüyü muhatap alıyor.
 Rodop dağlarının iç  kısmında   Çin’de Uygurların  yaşadığı  bölge   gibi yasaklı  bölge  bulunuyor. Burada  yaşayanlar  bile özel belgelerle  giriş  çıkış  yapabiliyor.Türklerin  Türk  kimliği  ile varlıklarını sürdürmeleri   konusunda çok  engeller  var. Mesela  Türk kimliğini  öne  çıkaranlar  kamu  görevlisi  olamıyor. Olanlar  eğer diğerleri  ile  sıkça  iletişim  kurarsa  görevinden  el  çektiriliyor. Kendi  dillerini  öğrenmelerinde  ve  konuşmalarında,  mülk  edinmelerinde, seyahat  etmelerinde  sınırlamalar  var. Hepsinin ötesinde diyelim ki  muhalifsiniz yurt  dışına  çıktınız  geri  dönmeniz  istenmediği için vatandaşlıktan çıkarılabiliyorsunuz. Şu an  ülkemizin sağlık  bakanı  Yunan  vatandaşlığından çıkarılmış Gümülcine’li bir Türk.
İskeçe geçmişte tütünü ile  ünlenmiş.Bu  ürün  sayesinde  refah  düzeyi  artmış.Tütün idaresine  bağlı binalar  iyi  korunmuş.Bir  tanesi kültür merkezine  dönüştürülmüş. Meydandaki saat  kulesini  1870 yılında Hacı Emin Aga  yaptırmış. 1972  yılında  Belediyenin  yıkım kararından  halkın  tepkisi  kurtarmış. Bu  arada  kitabesi  kaybolmuş. İskeçe sabah  erken saatler  olduğu  için mi bilemem son drece  sakin  ve  yavaş  bir kent  olarak  göründü  gözüme. İskeçe eski ve yeni  iki  kentten oluşuyor.Saat kulesi nden  aşağıya  doğru  sıradan  beton  binalarla yeni  kent inşa edilmiş.Eski kenti iyi korumuşlar. Avrupa  Birliği  fonlarından  yararlanıp restorasyon projeleri  gerçekleştirmişler.Avrupa  Birliği  tarafından Yunanistan’ın “en  iyi korunan  kenti “ ödülü  verilmiş..
Meydandan geçip  Rodop  dağlarının güney eteğine  daha  çok Türklerin  yaşadığı yukarı  mahalleye  doğru  gidiyoruz. Daracık sokaklar, pencereleri  ve   kapıları  perforjeli , çoğunluğu  iki  katlı  cumbalı   evler  bir  anda  bizim tarihi Ege kasabalarını  çağrıştırıyor. Uyumlu  dış  cephe  renkleri, sardunyalı  pencereleri ile özenli  ve  sakin bir  hayat ı sürdürüyorlar. Sokaklar  tertemiz, düzenli. Evlerden dışarıya  taşan  insan sesi  de  dahil hiç  bir  şey  yok. Balkonlarında   asılmış çamaşır,  kurutulmuş sebze  görülmüyor. Yokuşun sonundaki  Çeşmeden suyumuzu içip geri  dönüyoruz.Evlerden  birinde  balkona  çıkan  bir  teyze  Türk  olduğumuzu anlayınca  nereden geldiğimizi  soruyor .Yüzünde  tebessüm  beliriyor.Geri  dönüşte bir  kilisede  düğüne  tanık  oluyor kısa  bir  süre  kapı aralığından ilgiyle izliyoruz.Meydana  yakın  cadde  ve sokaklarda  yer alan şık  kafeler, restoranlar, barlar göz  alıcı. Belli ki eğlenceyi ,yemeyi  içmeyi  seviyor bu  kent.  Her yıl Şubat ayının sonlarında ya da Mart ayında düzenlenen karnaval , Rio  karnavalını aratmayacak  renklilikte geçiyormuş. Rengarenk  giysileri  ile  karnavala katılanlar  nedeniyle  bin bir rengin kenti  deniliyormuş İskeçe’ye. Biz eğlenceli ve renkli  yüzünü  göremedik. Boğazına  düşkün  olanlar için Gümülcine  ve İskeçe’nin kahvesi ve kurabiyesi ünlü. Kurabiye  bildiğimiz  un  kurabiyesi. Kahve ise hazır  kahvenin  soğuk  içileni. Yunanistan da Frappe deniliyor. Kahvesini içmedim, kurabiyesinde  ise; daha  çabuk  ağızda  dağılması  dışında  özel bir tat  alamadım.
Saat 12.30 a  doğru toplanıp  yola  çıkıyoruz. Daha uzun bir  zaman kalabilmiş olmayı  isterdim. İskeçe  sokaklarında  kalabalık  saatlerinde İskeçe  yaşamına tanık  olabilmeyi. Belki  o  zaman İskeçe’li ilk çağ  düşünürlerinden “Demokritos  ve Protagoras’ın “ izlerine rastlayabilirdim.... Ölmekte olan rebetiko müziginin tekrar hak ettigi yeri kazanmasi icin calismalar yapmis Yunan muziginin en onemli bestecilerinden "Manos Hacidakis"  anabilirdik. 9 eylül 2006 sabahı hayata gözlerini yummuş olan Batı Trakya  Türk  direnişinin önemli isimlerinden  biri  İskeçe seçilmiş müftüsü Mehmet Emin Aga’nın  mezarını ziyaret  edebilirdik. Ünlü sinema  yönetmenimiz İskeçeli  Şerif Gören’den konuşabilirdik. Bunları da  bir  başka  Batı  Trakya gezisine  ve bizden sonra  gideceklere saklayalım.

Not: Kaynak   gösterilmeden  kullanılamaz.