27 Nisan 2014 Pazar



ZAMANA  DİRENEN  KENT- TOLEDO

Kadir ŞİŞGİNOĞLU *




 

Romalılar’ın Tajo  nehrinin  kıvrılarak  oluşturduğu  yarımada da Toletum  adıyla  kurdukları  bu  kente  Araplar kendi egemenliklerinde  Tuleytula demişler.Yarımadanın  730 metre  yüksekliğinde  nehre  bakan  dik  yamacın üzerine  kurulmuş Toledo. Madrid yönünden  geldiğinizde şehrin  hafif  eğimli  bir arazide  taraçalı yapılarını gördüğünüzde sıradan bir  tarihi  kent  havası  veriyor. Tajo nehrini  geçip karşı  tepeden  baktığınızda yüzlerce  yıl  önce  zamanı durduran  Toledo’nun  muhteşem siluetini görüyorsunuz.

Zamana direnen Toledo; asırlara rağmen  kendisini  kuran, geliştiren  her kültürün izlerini korumuş. Alcantara  köprüsünde, kale  surlarında Roma’yı, şehrin  giriş kapılarında, tapınaklarında  Vizigotları, sonradan restorasyonu  yapılarak ayaklandırılmış  sadece  iki  küçük  camide üç  asırlık  Arap Endülüs Emevi Emirliklerini, Alcazar sarayında ise bütün kültürlerin izini bulabilirsiniz. Onbirinci  yüzyıldan sonra Katolik hırıstiyanlığın merkezi olmuş, engizisyon  damgası  vurulmuş,Unesco Dünya Kültür Mirası Listesinde  yer alan Toledo tarih  içinde çok dilli, çok dinli çok kültürlü bir kent olarak varlığını  sürdürmüş, bu günkü  baskın  kültürüne  rağmen mimari  dışında çok kültürlülüğün  izlerine  rastlanabiliyor.

Tek başına bir şeye inatla  karşı çıkanlara “Donkişot’luk  yapma” , “Donkişot’luğun alemi yok”   denir ya, bu kent  sadece Donkişot’a ev sahipliği yapmamış,  aynı zaman da tarihe de Donkişot’luk yapmış. ….Servantes  yazın dünyasının  bu uçuk  kaçık  kahramanını  (Donkişot’u)  burada  yaratmış.Bu nedenle şehre girmeden  birçok yerde  Donkişot  heykellerini, hediyelik eşya  stantlarında  her malzemeden  yapılmış  küçük anı heykellerini  görmek  mümkün. Toledo aynı zamanda  kendini  bu  kente adayan  El-Greco’nun da kenti. Kentin bir  çok  yerinde El Greco'nun resimleri , müzenin afişleri asılmıştı.

Toledoya yaklaşmaya  başladığımızda  El Greco’nun Toledo Manzarası resmindeki  panoramik  görüntüsü  ile  karşılaşmayı umut ediyordum. Kentin girişinde   çok  yüksek  görünmeyen Toledo Kalesinin   alt sur  kapılarından birine yaklaştık içinden  geçtik. Toledo'yu sağımıza  alarak aşağıya  doğru  eğimli ve  virajlı bir yolda bir süre ilerlediğimizde birdenbire karşımıza Tajo nehri  ve Alcantara  Köprüsü  çıktı. Köprüyü geçerek karşı tepeye  doğru  tırmanmaya  başladığımızda Toledo  bütün görkemiyle  görünmeye  başladı. En yüksekte  Alcazar  Sarayı, biraz altında Katedral,  onların etrafını  kuşatan  irili  ufaklı  taş  yapılar…Sanki El Greconun “Toledo Manzarası” canlanıyordu….Bir seyir  terasında durup bir  süre Tajo  nehrinin etrafını çevirip  yarımadaya  dönüştürdüğü Toledoyu  seyrettik.Bol  bol  fotoğrafladık…

Sonra  şehre doğru  yola koyulduk.San Martin Köprüsünü  geride  bırakarak Eski Bisagra Kapısı'na  geldik (Puerta Vieja de Bisagra) (VI.Alfonso şehre buradan girmiş)  Otobüsten inerek  Şehrin en yüksek yerinde  kurulmuş Alcazar  sarayına  doğru yürüdük. 3.yüzyılda Romalılar tarafından bir  kale  olarak  yapılmış. Zamanla  bir kale-saraya dönüşmüş. İlerleyen zamanda  tamamen  yıkıldığı  ve restorasyonla  yeniden  ayaklandırıldığı  söylenir. İç savaş sırasında  büyük  bir  yangın geçirmiş. Bu  yangının izleri  restorasyonda  hiç  dokunulmadan  bırakılan  bir  odada  görülebiliyor.  Sarayın orijinal  bölümlerine  dokunmadan yapılan eklentilerle çok  güzel  bir  askeri  müze  düzenlemesi  yapılmış. Bir  müzeci  olarak  keyifle müzeyi dolaşırken grubumuz  çoktan  müzeden  çıkmış katedrale  doğru  yol  almışdı.

Çoğunluğu hediyelik eşya  satan  dükkanların  bulunduğu labirent gibi  kıvrımlı, daracık sokaklardan biraz ilerleyince Toledo katedralinin çan kulesi bütün heybeti ile karşımıza çıkıverdi. Katedralin bulunduğu küçük meydanın adı Zocodover Meydanı. Katedral sonradan camiye çevrilen eski bir Vizigot tapınağı ve kilisenin üzerine kurulmuştur. 1227 yılında yapımına başlanmış, 113 metre uzunluğunda 57 metre genişliğinde ve 45 metre yüksekliğindedir. 88 taşıyıcı kolon üzerinde yükselir. 90 metre yüksekliğindeki  çan kulesinde  çanın ağırlığı 18 ton dur. Alfonso’nun  bu  çanı müslüman  esirlere taşıttığı  söylenir. Böylelikle  cami  yapılırken yıkılan  kilisenin öcünü  alır kendine  göre. Kulenin  çanın bulunduğu külah  kısmı  hariç camii minaresinden kalma.Katedralin üç ana kapısından biri olan orta kapı "bağışlanma kapısı" olarak anılır. Kardinalin yönettiği bağışlanma törenleri için bu kapıdan giriş yapılır. Kapının üzerinde on iki havari ve kurtarıcı İsa Peygamber heykellerde betimlenmiştir. Bu katedral Sevilla   katedralinden sonra  İspanyanın  en büyük üçüncü  katedrali. Fransız  Gotik üslubu il, Bourges katedrali örnek alınarak yapılmış bu  yapı 1452 yılında ancak  tamamlanabilmiş. Taştan bir mücevher gibi işlenmiş katedralin içi de ayrı bir  sanat eseri. İçerdeki yüksek  vitraylı  pencerelerden  giren  renkli  ışıklar, apsid duvarı tavanındaki süslemeler, bölümler  içine  yapılmış  resimler  katedralin büyüklük ve yücelik  hissini  pekiştiriyor. Bizim için sanat  değerini  artıran  bir  başka  özelliği ise Valasquez, Rubens, Goya ve El Greco’nun tablolarıyla sanat  müzesine dönüştürülmüş  olması. Ancak  Pazar ayini  sırasında  kilisenin içine  girmiş  olduğumuz  için resimlerin  bulunduğu  bölüme  geçme şansımız  olmadı.

 

Bir kentin güzelliğini keşfetmenin en iyi yolu, onun dar sokaklarında dolaşmaktır. Serbest zamanda Zocodover  meydanından  yukarı tepeye doğru  dar sokaklarında  yürüyüp  kenti keşfetmeye  çalıştım.Eğilen, bükülen geçitlerle  birbirine  bağlanan sokaklarında bir an kayboldum sandım.Ama çok geçmeden antik geçitlerin, tarihi binaların, gösterişli balkonların ve hediyelik eşya satan dükkânların çekiciliğine kapılınca kaybolduğumu bile unuttum. Dolaşırken Toledo’nun ünlü  kılıçlarını inceledim. Bu kadar  farklı  boyda  farklı türde kılıcı hiç  bir arada görmemiştim. Hollywood  filmlerinde  kullanılan  kılıç  ve  zırhların  çoğunun burada yapılıyormuş. Toledo kaliteli çeliği ile ünlü. Kentin demircileri iki bin yılı aşkın bir süredir kılıç yapıyorlarmış. Hem Hannibal’in orduları  hem de Roma lejyonları, Tajo Irmağı kıyısında dövülen bu kılıçları kullanmışlar. Yüzlerce yıl sonra Müslüman zanaatçılar, Toledo’da yapılan kılıç ve zırhları süslemek için Şam kakması kullanmaya başlamışlar..Müslümanlar bu kente  bir  şey  daha  öğretmişler;  badem ezmesini.Dolaşırken birden  El Greco Müze'sini karşımda görüverdim. Ancak restorasyon  nedeni  ile  kapalı idi.

Zokodover meydanında buluştuktan sonra  El Greco’nun   sadece “Orgaz Kontu’nun Gömülüşü” adlı eserinin bulunduğu   Iglesia Santo Tome  kilisesine  yürüdük. Kilise 14.yüzyılda bir caminin üzerine inşa edilmiştir.Biletimizi alıp Nartexden içeriye  girdiğimizde  sağımızda duvar yüzeyine oluşturulan  özel nişde El Greco’nun  başyapıtı ile  karşılaştık.Yıllarca kitaplarda  sadece  baskılarını  gördüğüm resmin orijinalini  bulunduğu  yerde  görmek  heyecan vericiydi.Resmin hikayesi  şöyledir.Yoksulların ve işçilerin koruyucusu olan Orgaz Kontu 1323 de ölür. Ölümünden bir kaç yıl önce yaptırdığı Santo Tome Kilisesi ne gömülür.  Gömülme sırasında birden  iki aziz (Saint Agustin ve Saint-Etienne) belirir. Bu iki Aziz onu alıp elleriyle mezara yerleştirirler ve bir ses duyulur. Bu, Tanrıya ve Azizlere hürmet edenlere verilen bir ödüldür. Bundan yaklaşık iki asır sonra Madridli soylu Andres Nunez , El Greco dan bu efsaneyi ölümsüzleştirmesini ister. El Greco bu eseri iki yılda tamamlar. 1586′da  biten resim Santo Tome kilisesi için bir başyapıt olmasının yanı sarı, sanat tarihinin en ünlü tablolarından biri sayılır.




Resim kompozisyon yapısı itibari ile  iki bölüme ayrı­lır; alt bölümde ( yerde) Aziz Stephanus ve Aziz Augustinus, kontun ölüsünü özenle kaldırırlarken, onların arkasında bir insan kümesi cenaze törenine katılırken canlandırılmıştır. Üst bölümde, gökyüzü­nün, İsa’nın krallığına ölünün ru­hunu kabul edişi ve Vaftizci Yahya görülür. Tablonun eşsiz bütünlüğü, her iki bölüm arasındaki ilişkiden, bir bölümü öbürüne bağlayan ma­nevi havadan kaynaklanır. Sağdaki papaz siparişi veren Andres Nunez dir. Soldaki Saint-Etienne öndeki erkek çocuk ise El Greco nun oğlu Manuel dir. Cebinde bulunan mendilde yapım yılı ve El Greco nun imzası vardır. Saint-Pierre in elinde ise krallığın anahtarı bulunmaktadır. Resmin sağında tek  izleyiciye  dönük  figür  ise El Greco’nun  kendisidir.


Resmi  heyecanla inceledikten sonra  Toledo’nun eski  Yahudi  mahallesine  doğru yürüdük.

Fotoğraf  çekerek  San Martın  köprüsünden  geçtikten  sonra  otobüsümüze  binerek Madrid’e geri  döndük.


 

 * KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü








23 Nisan 2014 Çarşamba

EL GRECO- TOLEDO MANZARASI
Kadir ŞİŞGİNOĞLU *





Kapitalizm insanı  çok tüketerek mutlu  olacağına inandırır .Bu  nedenle ihtiyaçtan fazla  üretilen  her şey reklamla, etkin  pazarlama  yöntemleri  ile  topluma arz edilir. Yaratılmış  ikonlar  yolu ile  insanların  satın alma  duygusu  kışkırtılıp, birey  hızlı tüketim kültürü  çarkına  sürülür. Bu  çarka  kendini  kaptırmış  olan birey  bütün yaşamını yeni  bir  şey almaya göre  kurgular. Yeni giysi, yeni telefon, yeni araba, yeni ev… Bu  yeniler  hiç  bitmez. Bu yeniler  bireye sunulduğu anda eskimeye başlar. İnsanlar  çılgınca  tüketirken  neyi ne  kadar  tükettiklerinin  farkında  bile  olmazlar .Kapitalizm için tek amaç rant yaratmaktır. Bu düzenden yararlananlar önce  rantı yaratırlar, sonra;  yaratılan  rantın  çok  büyük  bir  kısmını kendilerine  ayırırlar.

20. yüzyıl  kent  rantının keşfedildiği  çağdır. Başta  New York olmak üzere tüm Avrupa da ve başkentlerinde kentlere olan  ilginin artması, kentli  nüfusun  çoğalması ile kent  rantı  keşfedilmiştir. Kent merkezlerinin  ekonomik değerinin  artması  kentlerde gökdelen salgınını  başlatır. New York’da  Empire State ile başlayan salgın yüzyıl  boyunca  en yüksek binayı yapma yarışına dönüşerek  kentleri sürekli  yükseltmiştir. Yüksek binalar  kent  rantını da  yükselmiştir. Elde  edilen rant  büyük  çoğunlukla  yönetici   ve  sermaye  gruplarının  cebine giderken  rantı elde  etmenin  bedeli, rantı  yüksek  kentte  yaşamanın  bedeli de o  kentte  yaşayanların  sırtına yüklenmiştir.

Kentler  sürekli  gelişip değişirken,  rant  uğruna insanın  ve  kentin geçmişle  bağını oluşturan  tarihi yapılar, tarihi, arkeolojik ve doğal sit alanları yağmalanıp  yeni rant alanlarına dönüştürülmüştür. Yağma sürdükçe kent insanı  geçmişinden  kopuk, belirsiz, yörüngesiz bir  geleceğin karanlığına  itilmektedir. Aklı,  bilimi, hukuku-adaleti temel almış  toplumlar kenti,  içinde  yaşayan insanı mutlu  edecek, ona  sahip  çıkacak, geliştirecek  bir  sistemi  kurarak, kent-insan yaşamında  sürdürülebilir  bir  dengeyi  sağlamışlardır. Böylelikle  kent belleğinden  kopmadan geçmişle birlikte  yaşayarak geleceği  kurabilecek bir  ortak  yaşam kültürü gelişmiştir. Herkesi mutlu  eden  bu düzen, herkesin  kabul gördüğü yasalarla  korunarak sürmektedir.

Kent dokusunun içine  keyfi olarak  müdahale  etmek insan  bedeninden bir  organı almaya veya  rastgele bir  organı  eklemeye  benzer. Ülkemizdeki  birçok  tarihi  kentlerin  görüntüsünü acemi,  bilgisiz ve sorumsuz  cerrahların elinden çıkmış ameliyat sonrası  hastaya  benzetebiliriz. Bu  kıyımın en  belirgin yaşandığı  kentimiz dünyanın en güzel kentlerinden  biri  İstanbul’dur. İstanbul  tarihi siluetini kaybetmeye  başlamıştır. Bir kentin silueti  kent belleğinin, kent  kimliğinin  bir  parçasıdır. Siluetini  kaybeden  kent kimliğini kaybeder. Kent  kimliğini  kaybediyorsa  içinde  yaşayanlar da  kimliğini  kaybediyor  demektir.Kimlikli, kişilikli insanların ve toplumların yaşadığı  kentlerin siluetleri öyle  kolay  kolay  değişmez. Çünkü  onlar bilirler ki; kenti değiştirmeye uzanan her el  onların geleceğinden  ve mutluluğundan  çalmaya  hazırlanan  eldir.

Yurt dışı,  Avrupa  gezilerimde tarihi kentlerin  ne  kadar  özenli  korunduğunu  görünce  yıllardan  beri bu  konuda   verilen  mücadelenin  haklılığını  bir  kez daha anladım.Tarihi  korumanın , kenti korumanın  ne demek  olduğunu   İspanya  gezisinde  en canlı, en güzel örnekleri ile  gördüm. İspanya’nın tarihi kentlerini  özenle koruyarak bir   Turizm markası haline  getirmesi boşuna , turizm de  ise dünya  lideri olması  tesadüf  değilmiş diye  düşünüyorum.

Okuyucular  bu  kadar  yazı  okuduk henüz  başlıkla  bir  bağ  kuramadık diye  aklından  geçiriyordur.Şimdi ona   bağlıyorum. El Greco’nun Toledo Manzarası resmini ilk otuz iki yıl  önce  görmüştüm. Yılardan beri sanat tarihi  dersleri  veriyor, tarihi kentlere, müzelere ilgi duyuyorum. Uzun yıllar  merak etmişimdir; acaba, bu  resmi  yaparken  El Greco nun  gördüğü siluet  yaklaşık  beş yüz yıl sonra, günümüzde  ne  kadar  değişmiştir….Bu soru ile Toledo’ya  gelip hemen hemen aynı noktadan  baktığımızda  o dönemin kent  dokusuna  ve  peyzajına uymayan  bir yapının olmadığını, modern şehirciliğin  kentin  bu  kısmına  hiç  girmediğini,  kentin ortaçağ  ve 16.yüzyıl kimliğinin  korunduğunu gördüm.

Ülkemizde tarihi  kentlerimizin  tarihi kent kimliğinin hoyratça  yok edildiğini, kentin  ve  kent  insanının  geçmişle  bağının hızla  koparıldığını,  tek  tük kalan restorasyonu  yapılmış  tarihi  yapıların  çevresiyle uyuşmayan  diğer  yapılara nostaljik bir  dekor  olmaktan  öteye  gidemediğini hatırlayıp üzüldüm. Ve bana göre İspanyayı en iyi anlatan, Madrid' ten  önce  başkentlik yapmış  Toledo'yu gezmeye , gezdikçe de Toledo’ya  ilişkin yazacaklarımı zihnimde  biriktirmeye  başladım.

*KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi-Güzel Sanatlar Eğitimi  Bölümü


21 Nisan 2014 Pazartesi


ERGUVAN ZAMANI  İSPANYA
Kadir ŞİŞGİNOĞLU

Baharın  bayramlık  giysisidir erguvan. Parklarda, yol  kenarlarında  çok  gösterişli olmayan,  hatta  mütevazi  mahcup  tavırlı bir  ağaçtır.Önce çiçeğini açar sonra  yaprak  verir  . Pembe, lila , uçuk  morlar gezinir yapraksız  dallarında. Mor ve lila reklerinde  Nisan  ayının kışa dönük yüzünün  hafif serinliğini ,  uçuk kırmızı ve  pembelerinde  ise yaz  sıcaklığını bulabilirsiniz. Nisan sonu  Mayıs  başına  kadar süren çiçekleri bakışlarınızı tutsak eder. Yüreğinizi  çoşturur. Hafif  baygın  kokusu   arıları, kelebekleri , sinekleri  bile  kışkırtır.  Erguvan çiçeklerinin  arasından yeşil yaprakları  uç vermeye  başladığında saltanatı  biter…Yalın  çıplaklığının  büyüsü bozulur….Çiçekler  kederlenir, üzülür, sararıp  solar ve dökülür .Dökülen çiçekler  de  ağacın  altını boyar. Çimlerin  üstü, kaldırımların grisi, toprağın teni ayna tutulmuş gibi pembeye  boyanır.

Erguvan taze  bir   başlangıçtır. Erguvan yeni  bir hayattır…Erguvan  tutku  ile beklenen aşktır…Erguvan İstanbul’dur….Erguvan İzmir’dir. Erguvanlar şehirleri farklı  yapar. Erguvanlar şehirleri  kardeş  yapar.

Erguvan zamanıydı İspanya gezimiz.Madrid’in  sokaklarına bir  kolye gibi dizilmişti.Görkemli , bakımlı süslü Barok yapıların altında ezilmeden  bizi  çekti  kendine.Toledo’ nun sert  çeliğini unutturdu bize.El Greco’ya  fettanca  göz  kırptı. Yüzlerce  yıldır  değişmeyen siluetine ben  olmasam  eksiksiniz  dercesine  caka sattı. Cordob’ da Kurtuba camiinin avlusunda hüzünlü  ve  mahcuptu… Muhteşem  yapıya hoyratça  dokunan  ellere tanıklık etmekten.Granada da  gelinlik giymiş bembeyaz  evlerin gelin çiçeği  oldu Erguvan. Kapı girişlerinde, balkonlarda asılmış seramik  tabaklarda renk  oldu mavinin üstüne. Elhamra’nın kapısında sıcak  bir dost gibi karşıladı.Sevilla’da  Flamenco  oldu.Her topuk sesinde acıyla  yere  düştü. Valencia’da  Calatrava’nın yapılarına dışarıdan  hafif  bir  yan  baktı.Betonun çeliğin ve  camın ustasına  boynunu eğdi. Figuras’da  Dalinin çılgınlıkları  ile yarıştı. Girona ‘da  Ortaçağ  kentinin  dar  sokaklarına  hayat verdi. Barcelona’da en çok Gaudi oldu.En çok Park Guel’e yakıştı. Joan Miro ile çocuk  oldu.

Her  yerde  erguvanlar vardı.Sanki  erguvanlar  bizden  önce gitmişti  İspanya’ya…İspanya erguvanla yüreğime  dokundu.