6 Kasım 2018 Salı


VEDAT HOCAM  ‘CAN’ HOCAM
Kadir ŞİŞGİNOĞLU


Kasımda yaprak dökümü beni hep hüzünlendirir. Sonbaharın hüzne bulanmış  rengi doğayı  kuşatınca yok oluşun  tedirginliği kaplar içimi. Sanki zaman ve  mevsim kışa  doğru daha hızlı akıyormuş gibi gelir. Hele çocukluğumuzdan beri bilinçaltına yerleşen, Atamızı alıp götüren sabıkalı Kasım ayı gelince hüzün daha artar. Çocuk naifliğinde  okuduğumuz “uzun uzun kavaklar-dökülüyor yapraklar” dizesi gerçek olur canlanır Kasımda. Bu kasımda öyle  oldu Atamızın ölüm yıl dönümü  gelmeden sanat dünyasından yapraklar dökülmeye başladı. 5 Kasımda  kaybettiğimiz Yusuf Katipoğlu’nu bugün Trabzon da toprağa yeni vermiştik ki sosyal medyadan Ankara Gaziden değerli hocamız Vedat Can'ı kaybettiğimiz haberini aldım.

 Uzun zamandan beri çok ciddi sağlık sorunları yaşıyordu  Vedat Can hocamız. O ufak tefek, narin bedeni  en sonunda veda etti yaşama.

Gazi 2.sınıfta tanımaya başladık Vedat Can Hocamızı. Hasan Pekmezci, Hayati Misman hocalarımızla birlikte  görürdük, üçü yakın arkadaştı. İçlerinde  en az konuşanı oydu. Adeta sözü kendi bedeniyle  ölçer gibi az ama; öz  konuşurdu. Çok zekice ve kibarca cevaplar verir, çok ince espriler yapardı. Çok titiz giyinir, takım elbisesi ve kravatı hiç eksik olmazdı. Hiçbir gün yüzünün asık olduğuna tanık olmadık, güler yüzlü  ve son derece kibardı. Hatta o kadar kibardı ki bir gün;  ağaç baskı dersinde  biz birbirimizle  hararetle sohbet ederken hocanın atölyeye gelişini ve masaya oturuşunu farketmemişiz, o bir süre bizi izledikten sonra “çocuklar, afedersiniz susmakla sizi rahatsız ediyor muyum ?” diye  sorduğunda biz kabalığımızdan ders  boyu küçülürken, kendisi  gözümde kibarlık anıtı olarak büyümüştü. Yıllar sonra bir sergide sevgili Hocamla  sohbet  ederken bu anıyı anlattığımda gözleri doldu. Derslerimde  bir süre farkedilip, önemsenmediğimde kulaklarınızı çınlatarak bu  sözünüzü hep kullandım.

Öğrenciye çok müdahale etmeyen ama;  tam gerekli olduğunda sözle  dokunan değerli bir  eğitimci idi. Öğrenciye  ve yaptıklarına  değer  verir,  kapasitesinin üstünde iş yapmaya yönlendirirdi. Biz o zamanlar sanat eğitiminde  bunun ne kadar değerli  bir davranış olduğunu anlamamıştık. Derste  konu dışı çalışmalar ve denemeler  yaptığımızı gördüğünde hemen gözleri parlardı. Yaptığım bir kolaj denemesini biraz daha  geliştirerek Devlet Sergisine  vermemi istemişti. Kabul edilmedi ama sanatta kendin olma sürecinin özgün deneme ve araştırmalarla olabileceğini öğretmişti. Kendisi de suluboyayı bilindik tekniğinin dışında  çok özel kullanarak tertemiz eserler  üretiyordu. Sanatın  sadece teknikten ibaret olmadığını, yaratıcılığın gelişmesi için entelektüel birikimin ve çok yönlü beslenmenin gerekliliğini anlatmaya  çalıştı. 2. sınıfta duvar  gazetesinde yayınlanan bir şiirimi okumuş  ve bana çok yüreklendirici sözler  söylemişti. Çalışmalarımı eleştirirken sözlerinin arasında gazetede her yazımı okuduğunu hissettirdiğinde nasıl mutlu olurdum. Mezuniyet tezimin araştırma evresinde bazı bulgularımı paylaştığımda “senin kalemin çok iyi bunun üstüne git, mutlaka kitaba dönüştür” demişti.

Öğrenciyi bir cevher gibi görür, onu biçimlendirmek için hırsla, aceleyle  hareket etmezdi. Sabırla bekler, gözler, çok küçük yerinde dokunuşlarla onu değerli bir mücevhere dönüştürürdü.

Sanat dünyasının burnundan kıl aldırmayan, yüksek egolu bir çok insanıyla kıyaslandığında mütevazi ve ilkeli duruşunu hiç bozmadı. Kimseden himmet ve lütuf  beklemedi. Onurlu ama buruk bir yalnızlığı tercih etti.

İyi, doğru ve güzel olanı takdir etmesini, yüceltmesini  bildi. Aynı yarışmada benim ödül  aldığım çalışmamla ilgili öyle onurlandırıcı sözler  söylemişti ki bunları dinlerken mahcubiyetim artmıştı. Ankarada ki bütün sergilerime geldi. Özellikle BRHD sergilerinde kendisiyle  her görüştüğümde   resmini  gördüm diyerek kutlardı. Üç yıl kadar önceydi yine bir BRHD sergisinde  karşılaştığımızda “çok güzel  bir çalışma yapmışsın kutluyorum”  dediğinde sizin bize  verdiğiniz  emekleriniz sayesinde diyerek elini öpmek istemiştim ama öptürmedi. ”Asıl böyle güzel  çalışmalar yaptığın için ben senin ellerini öpüyorum” deyince boynuna sarılıp yanaklarından öpmüştüm hocamı. Sonra o dönem aynı sınıfta olan arkadaşlarımızla  toplanarak birlikte  fotoğraf çektirdik ve o günleri yad ettik. Son olarak o zaman  sağlıklı gördüm  Vedat Can Hocamı.

Bilin ki  bu gün sizi tanıyan bütün öğrencilerinizin kalbi sızladı. Bilin ki sizinle anıları olan bütün öğrenci ve dostlarınızın yüreği buruk. Sanatçı kimliğinizle Türk sanatında , ilkeli, mütevazi, onurlu ve değerbilir  bir sanat eğitimcisi olarak da öğrencilerinizin anılarında hep yaşayacaksınız.

Hakkınızı helal edin “ CAN” hocam. 

6 Kasım 2018



5 Kasım 2018 Pazartesi


RESSAM  YUSUF KATİPOĞLU'NU KAYBETTİK
KARADENİZİN TAKALARI  VE  HIRÇIN DALGALARI   ÖKSÜZ  KALDI


Yusuf Katipoğlu’nu   Karadenizin  hüzünle buluştuğu  bir  Kasım  gününde  sonsuzluğa  uğurlayacağız. 1941 yılında gözlerini açtığı hayatı, memleketinin nemli bitek toprağının, resimlerindeki gibi her renge bulanmış yeşilinin, çok az güneş görmüş sislere bulanmış gri- mavi gökyüzünün harmanlanmış sonsuz ritmiyle buluşacak.

Yusuf Katipoğlu 1960 lı yıllarda Kayıhan Keskinok hocanın önce Trabzon Karma Ortaokulu, sonra Trabzon Lisesinde  keşfedip Akademiye gönderdiği öğrencilerden biri. 1963 yılında Akademiye geldiğinde kendisi gibi Trabzonlu olan Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesini seçer ve 1968 ‘de Akademinin Yüksek Resim Bölümünden mezun olur.

 Resimlerinde  çizgi, renk, motif  etkisinin belirginliği  hocası Bedri Rahmi Eyüboğlunun izleridir denilebilir. Ama zamanla  dönüşen çizgisel ritmi özünde yaşattığı “Karadenizliliğin ve Trabzonluluğun”  görsel şiiridir onun  için. Karadeniz rengin dışında en iyi çizginin kıvraklığı ile anlatılabilir. Karadenizin deli dalgalarını, sert poyrazında ve karayelinde  kendini bir o yana bir  bu yana vuran takalarını, kıpır kıpır  hamsilerini, oynarken topuğuna rüzgarın dokunduğu kıvrak horonunu, peştemal ve keşanın ince uzun çizgilerden oluşan  desenini  çizgiden başka  bir şeyle anlatamazsınız.

Yusuf Katipoğlu  Karadenize dair  ne  varsa her şeyi çizgiden dokudu tualinde. Çizgiler  bir  noktadan başlayıp bir dönence yarattılar. Yüzeyde  çizgisel bir doku  zenginliği oluştururken aslında az sayıda  nesne ile sadeliğin peşindeydi   resminde. Fırçasının ucuyla başlattığı çizgi serüveni  derviş dönüşündeki sabırla  olgunlaştı ve ruh kazandı.

1971-1980 yılları arasında Trabzon’da  resim öğretmeni  olarak  görev yaptı. Bu dönemde arkadaşları ile Trabzon Devlet Güzel Sanatlar Galerisini kurarak yöneticiliğini yaptı. 1980 yılında İstanbul’a  döndü ve Kuzguncuktaki atölyesinde  çalışmalarını sürdürdü. Elli yıl aşkın sanat yolculuğunun son otuz yılını İsviçrede tanıştığı  kendisi gibi sanatçı olan eşi Ursula ile  birlikte  geçirdi. Bu birlikteliğin ürünlerini 6 Ekimde “Birikim” ismi ile  İstanbul’da Galeri  Diani de sergilediler. Bu serginin bitiminden hemen sonra rahatsızlandı ve Karadenizi ve Takaları öksüz bıraktı…

2008 yılının kış  aylarıydı İstanbul Ziraat Bankası Tünel Sanat Galerisinde o dönem yeni kurulmuş , Yönetim  Kurulu Başkanlığını yaptığım Karadeniz Plastik Sanatlar Derneği  sergisinin açılışında tanımıştım kendisini. Resimlerini çok sevdiğimi, izlemekten keyif aldığımı , samimiyetle  burada  bulunmanızdan çok  büyük mutluluk duyduğumu belirtince aynı samimiyetle “uşağum ha  bu kadar adamı sen mi bir araya  getirdin, hemi de Çorumdan geldin” diye takılmıştı bana. İliklerine  kadar işlemiş Trabzonluluk  ve  Karadenizliliğin  bir gramını bile terketmemiş, kendi  diliyle  konuşan sıcakkanlı ,esprili, kıpır,kıpır ,sahici bir insan olarak görmüş, tanımıştım  onu. Trabzon’a  ve Trabzon sanatına  dair kısa bir sohbetin ardından “uşağum bu Trabzon çok vefasızdır” diyerek  beni mi uyarmıştı  ? Yoksa; memleketi için bir şeyler yapmaya  çalışmış ama karşılığını bulamamış birinin, yüreğinin bir  köşesine  sıkışmış haklı bir sitemini mi  dile  getirmişti anlayamamıştım.

Yarın artık Trabzon üzerine  atılmış vefasızlık sıfatını hak etmediğini  öğlen namazı sonrasında İskenderpaşa Camiinde  kılınacak cenaze  namazı  ve  törenine  katılarak  gösterecektir diye düşünüyorum.

10 Ağustos 2018 Cuma




TAŞKÖPRÜ’NÜN KÜLTÜREL MİRASI İLE  BULUŞAN DÜNYANIN RENKLERİ


Kadir ŞİŞGİNOĞLU*

 Anatomi insanın, coğrafya  ise; kentlerin kaderidir. Kentleri kuran, çağlar boyunca yöneten, emek veren yaşatan insanlar da kentlerin kaderidir.Çünkü; insan ne ise  kent (şehir) odur.Taşköprü’nün kaderi de M.Ö 64 yılında Romalı general Pompeus ile  başlar.Anadolu’nun Romalılaştırılması sırasında  Pompeus’un Pontus kralı Mithradatesi yendiği yerdir Taşköprü.

Taşköprü;  çağlar boyunca  Orta Anadolu’yu  Karadeniz kıyılarına, Doğu Karadenizi  Batıya  bağlayan  stratejik önemi nedeni ile Paleolitik dönemden  beri hep uğrak yeri  olmuş, neolitik dönemle birlikte bu  bölge tarih boyunca çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmıştır. Sırasıyla, Kasgalar, Hititler, Dorlar, Paflagonyalılar, Kimmerler, Lidyalılar, Persler, Kapadokyalılar, Helenler, Pontuslar, Bitinyalılar, Romalılar (Bizanslar), Danişmendliler, Çobanoğulları , Candaroğulları  ve  son olarak  Osmanlılar bu yörede hüküm sürmüşlerdir

Pompeus’un;  Bitinya egemenliğine  son verip  Pontus Kralı  Mithradatesi de yendikten sonra  zaferinin ardından kendi adına  Anadolu’da kurduğu iki  kentten biridir Pompeopolis. M.Ö 64 yılından başlayarak  bu gün Zımbıllı Tepenin eteklerinden başlayıp, en yukarda Akropolle taçlanır. Önce bölgenin askeri kontrolünü sağlayan bir Garnizon kentidir, sonra Paflagonya  eyaletinin başkenti olur. Zeugma ve Efesle yarışan, kültürel birikimi zengin bir festivaller kentidir Pompeopolis. Bizans döneminde başlayan İslam akınları ve Türklerin bölgeye  gelişi ile yeni bir  kimlik kazanır. 8.yüzyıla kadar canlı kalan  Pompeopolis  terk edilmenin hüznüyle toprağın derinliklerinde  derin bir uykuya  dalar.
11.yz’da Emir Karatekin ile  başlayan bölgenin Türkleşmesi,  Emir Hüsamettin Çoban ile  devam eder.13.yzda Çobanoğulları bölgenin hakimidir.  Şehir Türklerle birlikte  Zımbıllı tepeden aşağıya doğru kayar.    İlçeye adını veren, asırlara tanıklık etmiş Taş-Köprü;  İlçe girişinde Gökırmak (Amnias) üzerine Yağmur Beyin oğlu Ali Bey tarafından 1366 yılında Celalettin Beyazıt adına yaptırılmıştır. Roma Dönemi kalıntıları üzerine  yaptırılan,  68.58 metre uzunluğundaki  köprünün orijinali  yedi gözlüdür. Ancak günümüzde altı gözü açıktadır. Fazla İstila ve yıkımlar görmeden Türkleşen Taşköprü;  kent belleğinde travma yaratan, 1308 ve 1927 yılında iki büyük yangın geçirir. Yeniden kurulan kent için göz önünde olan  Zımbıllı Tepedeki Pompeopolis kalıntıları adeta hazır malzemedir.  Zaman içinde Pompeopolis’in belleğini oluşturan mimari parçalar  yeni kurulan Taşköprü için devşirilen  inşaat malzemesi olur . Geri kalanı ise on yıl öncesinde  ilk  arkeoloji ekibinin   kazma sesini duyuncaya kadar  sessiz uykusuna devam eder.
Böylesine  derin tarihsel, zengin kültürel birikimi olan bir kentin, yaklaşık yüzeli yıldır üretimi yapılan, son yıllarda “Dünyanın en kaliteli sarımsağı” olarak tescil edilen “sarımsak”  ve  sadece tarihi Taşköprü  ile anılıyor olması haksızlıktır.

Anadolu’nun bir  çok yerinde  yapılan ve biri birinin kopyası olan   yöreye  özgü tarım ürünleri festivallerinin  bir  benzeridir   “Taşköprü Sarımsak Festivali“ . 16 Ağustosta başlayacak, bu yıl 32. si yapılacak olan festivalin amacı kuşkusuz ürün tanıtımı ile birlikte  Taşköprü’nün kültürel tanıtımıdır. Giderek  yeni yetme  birkaç  şarkıcı-türkücü, halk oyunları ekipleri  ile halkı eğlendirme  etkinliğine dönen  bu festivallerin bir çoğu amacından  uzaklaşmaya  başlamıştır.                                                    Göreve başladığından beri Taşköprü’nün bir tarih - kültür -sanat  ve doğa kenti olmasını düşleyen  Belediye  Başkanı Hüseyin Arslan  hemen konu ile ilgili projelere  girişir. Kentin kültürel miras envanteri  çıkarılır. Kültürel mirası  gelecek kuşaklara aktarma  konusunda duyarlı yaklaşımı sayesinde kent içinde taşınmaz kültür mirası olan Türk Sivil Mimarlık ürünlerinin en güzel örnekleri sayılabilecek eski Ahşap Konaklardan tescil edilen 132 sinden bir kısmının  projelerini hazırlatıp restorasyonlarını yaptırarak turizm amaçlı kullanımlarını sağlar. Sokak iyileştirme projeleri hazırlanır. Bence en önemli kültür hizmeti Kent Kültür Mirasının en önemli vitrini sayılabilecek “Taşköprü Kent Tarihi Müzesidir.” Son dönem Osmanlı yapısı olan ve askerlik şubesi olarak kullanılan “Redif Taburu” binası mükemmel bir “Kent Tarihi Müzesi’ne” dönüştürülür. Çok büyük bütçeli, bir  çok ilimizin aklına bile gelmez iken, küçücük bir ilçenin, çağdaş müzecilik anlayışına uygun , kentin bütün kültürel  dönemlerini , özelliklerini bir  arada görebileceğimiz ,  yaşayan bir müzeye sahip olması, kent için bir övünç kaynağı olmalıdır. Yanındaki askerlik şubesinin boşaltılarak müzenin ek bölümlerine dönüştürülecek olması da şimdiden alkışlanacak bir projedir. Kentlerin kültürel zenginliği kent imgelerinin, kent belleğinin zenginliği ile aynı zamanda müzelerinin sayısı ile  ölçülür.
Taşköprü Farklı tarihsel dönemlerin zengin kent imgelerini barındıran bir kenttir. Frig, Pers döneminden kalma Kaya Mezarları, Tümülüsler, Nekropoller, Kazıldıkça  açığa çıkan Pompeopolis kalıntıları , Bizans dönemi kilise kalıntıları, Çobanoğulları, Candaroğulları ve Osmanlı döneminden  ayakta kalmayı  başarmış büyük taş yapılar, Camiler(Taş Camii, Tekke Camii), Hamamlar, Arastalar, Osmanlı son döneminden kalma eski cumbalı evler ve konaklar,Belediye  binası, Kaymakamlık, Milli Mücadele ve Cumhuriyet  Döneminin sembol  yapıları, sembol aileleri ve  isimleri, Sümerbank Keten Dokuma, Seka Kağıt Fabrikası, Elektrik Santrali, Şeker Fabrikası gibi sanayi yapıları,  Irmağı, gölleri,dağları, bereketli toprakları, zengin habitatı, tertemiz  çelik gibi havası, canlıları, tarım ürünleri, gelenek ve görenekleri, yemekleri  ve kendine özgü telaşsız, sakin kent  yaşamı ile çok kolay markalaşabilecek bir  kenttir Taşköprü. Bölgenin Türkleştirilmesi  sırasında  Hacı Bektaşi Velinin öğretilerini yerleştirenlerin  mirasını taşıyan, tereddütsüz gönül kapıları  sonuna  kadar açık,  sıcakkanlı, misafirperver  halkı, sürdürülebilir kültürel ve ekonomik kalkınmaya uygun yapısı ile en kolay alabileceği  marka;  slow city-citta slow markasıdır. Organik  tarım alanlarının fazlalığı, telaşsız yavaş süren hayat, nüfusun azlığı, az göç  alışı, ağır endüstri ve makinalaşmadan arınmış  yaşamı, trafik sorunu ve trafik ışıklarının olmayışı, fast food beslenme  kültüründen uzak oluşu, kültürel kalkınmanın hedef alınması  Taşköprü’yü Sinop ve Gerze den sonra başvurulduğunda Karadenizin üçüncü slow city’si yapmaya yeterlidir. (Bu öneri bizzat tarafımdan sayın Belediye  başkanına iletilmiştir.)

Kültürel kalkınmanın temel koşulu, kent  belleğinin görünür  kılındığı müzelerdir. Cumhuriyet Döneminin ilk sanayi tesislerinden biri olan kent merkezindeki Elektrik Santrali , içindeki makine aksamları, binası ve  çevresiyle sapa sağlam ayakta kalmayı başarmıştır. Buranın muhteşem bir Enerji Müzesi olabileceğine ilişkin önerimin heyecan uyandırdığını söyleyebilirim.
Tescilli , bir   “dünya  markası sarımsağınız”  varsa  “Sarımsak Müzeniz”  de  olmalıdır. Sarımsak üreticileri  birliği ile Taşköprü Ticaret  Sanayi Odasının birlikte yapabileceği “Sarımsak Müzesi” sadece sarımsağın bir  ürün olarak nasıl yetiştirileceğini anlatmamalıdır. Sarımsağın işlenmiş ürün çeşitliliğini artıracak, ar-ge araştırmaları yapabilecek , topraktan tüketiciye kadar bu ürünün kültürel ve ekonomik varlığını da ortaya  koyabilecek bir müze, Kars  Boğatepe deki Dünyanın en büyük Peynir  Müzesinden sonra tek ürün temalı müzelere  iyi bir örnek olabilir.Yine Taşköprü Belediyesinin kullanımına sunulmuş , Cumhuriyet döneminin önemli yapılarından biri olan  kapatılmış Sümerbank  Keten Dokuma  Fabrikasının birbirinden  farklı türden bitki ve ağaçların yer aldığı  botanik  bahçesine  dönmüş   on altı dönüm arazisi,  küçük tarım alanları, içinde ayakta kalmış hangarları, atölyeleri, hizmet binaları, halen Taşköprü Belediyesi tarafından “Kadın Yaşam Merkezi” olarak kullanılan lojman binalarının   Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulunda olduğu gibi tescil edilmeyi  beklediğini öğreniyoruz.Tescil edildiğinde , Belediye  Başkanının deyimi ile; “Taşköprü Belediyesi tarafından gerekli restorasyon ve düzenlemeler  yapıldıktan sonra Türkiye’de eşi benzeri olmayan bir  ‘Kültürel Yaşam Merkezine ‘ dönüşebilir”. Bu heyecan verici projenin bir an önce gerçekleşmesini diliyorum.
Bir buçuk yıl önce  hizmete girmiş, çağdaş bir mimarlık eseri olarak kent imgesi olan  “Taşköprü Kültür Merkezi”  binası bir çok ilimizde  bile göremediğimiz göz kamaştıran bir yapı. Sanat Galerisi, Konferans Salonu, Ofis ve atölye odaları ile Taşköprü’ye önemli değer  katıyor kuşkusuz. Bu sembol yapı, bu yıl 3.sü yapılan Uluslar arası Taşköprü Resim Çalıştayına ev sahipliği yaparak, on sekiz ülkeden gelmiş otuz iki ressamı Taşköprü’nün Kültürel Mirası ile buluşturdu. Kastamonu’nun Türk Dünyası Kültür  başkenti olması  nedeniyle  gerçekleşen  bu buluşmanın  ev sahibliğini Taşköprü Belediyesi yaptı.Buluşmanın organizasyonu  çok değerli çalışmaları ile Katamonu’yu bir kültür ve tarih şehri markasına dönüştüren İl Kültür ve Turizm Müdürü  Ziver Kaplan’dı. Küratörü ise  çok değerli eşi, Türkiye’de Sanat Sempozyumlarının en kıdemli kraliçesi Aynur Kaplan’dı.

Bir hafta boyunca çok güzel planlanmış,  Taşköprü kültürel mirasının örneklerinin tamamını görebileceğimiz  çevre  gezileri ile  her gününü dolu, dolu yaşadık.Taşköprü geleneksel mutfağının  çok özel ve zahmetli yemeklerini tattık.Bu süre içinde gönülden hizmet seferberliği ilan etmiş Taşköprü Belediyesinin Çalıştay ekibini tanıdık. Sanatın ortak dili dostluk dili oldu Taşköprü’de. Dostluk dilinin konuşulduğu  bu samimi ortamda ressamlar yüreklerinin renklerini yansıttılar. Biribirinden güzel yetmiş iki  eser ortaya çıktı. Son gün saat  15.00  Taşköprü Kültür Merkezinde “Pompeopolis’ten Taşköprü’ye Kültür Mirası ve Müzeler”  konulu  konferansımdan sonra;  Kent Meydanında sarmaşık tüneline dönüşmüş “Sarmaşık Sanat Galerisi” ismini verdiğim açık hava sanat galerisinde   Taşköprü halkı ile  buluştu  yapılan eserler. Heyecan ve ilgi ile izlenen sergide izleyiciler  resimler, resmi yapılan imgeler, resim teknikleri ve  yabancı ressamların ülkeleri üzerine  ressamlarla derin  sohbetlere  koyuldular.

Bir haftalık buluşmanın,  kaynaşmanın yarattığı heyecan  ve  dostluk duyguları ile  ürettiğimiz  resimleri,  Kent Tarihi  Müzesi içinde  kurulacak “Taşköprü  Sanat Müzesinin” envanterine  kaydedilmek koşulu ile  Taşköprü Belediyesine bırakıp giderken, yüreğimize  “bu güzel beldenin- güzel insanlarından” ve “ dünyanın renkleri dostlarımızdan ayrılığın”  hüznünü  bıraktı.

*Trabzon Üniversitesi Fatih Eğt.Fak. GSE Bl. Öğr.Görevlisi






28 Haziran 2018 Perşembe



VAKIF 19  İLE BİR KADİM KÜLTÜR HİTİTLER’İN  İZİNDE 


Kadir ŞİŞGİNOĞLU *

Anadolu toprakları on üç bin yıl öncesinden başlayarak günümüze  kadar  bir çok uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Çok sayıda uygarlığın izlerini bıraktığı Anadolu coğrafyası  dünyanın en büyük açık hava müzesi “ gibidir. Her uygarlığın bu topraklarda bıraktığı kültür mirası bir sonraki kültürün içerisinde yaşamaya  devam ederek, tarihsel kültürün yanı sıra, kendine  özgü “Anadolu kültür kimliği’ni de” yaratmıştır. Günümüze kadar uzanan “Anadolu Kültür Kimliği’nin en belirgin unsurlarının yaratıcısı olan Hititler, yarattıkları kültür ile sadece tarih sahnesinin  yaklaşık 1200 yıllık bir aktörü olmamış, sonraki kültürlerin içinde etkileyici, dönüştürücü bir güç olarak varlığını sürdürmüştür.

Günümüzden Yaklaşık  4000 yıl önce Anadolu’nun en eski halkı olan Hatti’lerin yurdu olan Orta Anadolu’ya Kafkasya  ve Trakya  üzerinden Hint-Ari asıllı bir  kavim gelmeye  başlar.  Bin Tanrılı Halk ismi ile  anılan Hatti  beyliklerine komşu olarak yaşayan  bu  topluluklar M.Ö. 1850 yıllarına doğru Orta Anadolu’da  kendi devletlerini  kurarlar. Hititler  ismi ile bilinen bu devlet zamanla genişleyerek Anadolu’nun tamamına yakın bir kısmına, hatta Suriye'ye hakim olur, Kıbrıs’ı egemenliği  altına alır. M.Ö. 1650'e doğru  I.Mursilis zamanında  Hititler imparatorluk  çağına girerler. M.Ö. 1392-1350’de I. Suppiluliuma devrinde imparatorluk kendi çağının süper  gücü olan Antik  Mısır ile rekabete girecek kadar güçlenir. M.Ö. 1200’ lere  doğru Trakya  üzerinden  gelen Frigler tarafından  Hitit imparatorluğu yıkılır, Anadolu birliği parçalanır. Küçük Hitit prensleri, M.Ö. 730’a kadar hükümlerini sürdürerek  tarih sahnesinden silinirler. Fiili olarak Hititler yok olur  ama; kendinden sonra bu topraklarda  kurulan bir çok kültürün dilinde, din ve inancında, giyim-kuşamında, mutfağında, gastro- nomisinde, gelenek, görenek ve  adetlerinde, tarımsal kültüründe, hukuk ve yasalarında, sanatında, müziğinde ve dansında  dönüşerek yaşamaya  devam eder.

Çağdaş toplum olabilmenin koşullarından biri; yaşadığı toplumun tarihsel ve kültürel derinliğini bilmek ve anlamaktır. Bu sonuç “kültür mirası farkındalığı ile ilgilidir. Bireysel olarak her  insanın  kendi varlığı ile birlikte ve içinde yaşadığı toplumun varlığını,öncesi ve sonrasını-geçmiş ve geleceğini  bilme sorumluluğu vardır. Bireyin bu sorumluluğunu   yerine  getirebilmesi,  yaşama tarih ve kültür bilinci perspektifinden bakabilmesine bağlıdır. Yaşama bu perspektiften bakabilmeyi becerebilen insanlar  ve toplumlar  kendi varlıklarını, güç ve yeterliliklerini anlamlandırmış olarak geleceği doğru kurgularlar, gelecek içinde  var olmaya devam ederler. Atatürk Cumhuriyetinin Çağdaş toplum olma  ideali, bireyin  eğitimle bu yönde donatılmasını zorunlu kılmıştır. Eğitim sisteminin  bu alandaki  zafiyeti  ve kasıtlı tutumu (ideolojik yanlılığı) bireyi kültürel köklerinden uzaklaştırır.  Deyim yerinde ise; çöpsüz üzüm gibi aidiyetsiz-kimliksiz  yaşamaya zorlar. Böyle insanların ve toplumların uzun yaşama şansı yoktur.
   
Aydınlarının ve sivil toplum örgütlerinin toplumun bilinçlendirilmesi ile ilgili sorumlulukları vardır. Kuruluş amaçlarına uygun olarak ürettikleri  bilgi ve değerleri  hedef kitlelerinden  başlayıp  toplumun en geniş katmanlarına kadar paylaşarak, kültürel etkileşim ile toplumsal kültürel kimliğin, evrensel kültürel kimlik içinde daha güçlü olmasını sağlayabilirler. Ülkemizde çok sayıda Sivil Toplum Kuruluşu (STK)  yerel etkime gücünü artırma mücadelesi içinde varlık savaşı  verirken;  çok az sayıda STK da ürettikleri bilgi ve değeri, uluslararası alanda düzenledikleri etkinlikler ile evrensel kültür  mirasına olağanüstü  katkıda bulunmanın gayreti içindedir.

Çok kısa  bir  süre  önce  kurulmasına  karşın bilgi ve değer üretme, dönüştürücü kültürel etkinlikle nitelikli tanıtım yapabilme adına çok doğru ve yerinde çalışmalar yapan  VAKIF 19 parlayan STK’ndan biridir. Bir buçuk yıl içinde, gücü ile orantılı olmayan çok doğru işler yapmıştır VAKIF 19. Bunu Alper Bilan’ın başkanlığı ve yönlendiriciliğinde, özveri içinde, çok uyumlu çalışan yönetim kuruluna borçludur.

“Hititler Elçiliklerde” ismi ile projelendirilerek 19-22 Haziran 2018 tarihleri arasında Bulga- ristan FİLİBE-BURGAZ ve VARNA’da gerçekleştirdiği  son etkinliği; çeşitlilik, paydaşların belirlenmesi ve organizasyon, konu seçimi , hedeflerin doğru tespiti, uygulama  ve sonucu ile ancak  devlet gücü ile Kültür Bakanlığı tarafından gerçekleştirilebilecek bir etkinliktir. VAKIF 19 bu etkinlik için olması gereken bütün doğruları bir araya getirmeyi başarabilmiştir. Bu doğrular;

1.Günümüz entelektüel  toplumların önemli sorunlarından biri olan ‘kültürel miras’ Vakfın hizmet ve çalışma alanı içinde bulunmaktadır. Kadim Hitit Medeniyetinin  etki sınırlarının ve  iki önemli başkentinin (Hattusa  ve Şapinuva’nın) Çorum ilinin sınırları içinde yer alması, Hattusa’nın Dünya Kültür Mirası Listesinde  bulunması  bile Hitit uygarlığının tanıtılması  için yeterli  bir  gerekçedir. Ayrıca bu etkinlikte Anadolu merkezli Hitit Kültürünün  evrensel kültür içinde  yaşamaya devam ettiği tezinin işlenmesi çok doğrudur.

2.Etkinliğin paydaşlarına bakıldığında VAKIF19, Bulgaristan Filibede ki etkinliklerin ev sahipliğini ve sponsorluğunu yapan Filibe  merkezli  George TRAK  kuruluşu olan TRAKART (Trakya Kültürleri Araştırma Merkezi)bu iki paydaşı buluşturan asıl ev sahibi T.C Dışişleri Bakanlığı Filibe ve Burgas Başkonsolosluğudur. Nazlı Öksüz (Solist), Çağatay Akyol ,Ferhat Erdem, Erdem Şimsek, Cemal Kızıltaş, Bülent Yanıkoğlu’ndan  oluşan Hitit Müzik Grubu, Plastik Sanatlar Sergisi için davet edilen Hitit Kültürü konularını  çalışan ressam Bünyamin Balamir, Nilgün Ayşecik Çevik , Kadir Şişginoğlu, Güler Dişbudak,Aynur Gündoğan Ocak, Seramik- Heykel  sanatçısı Hüsna Dişbudak, Baskı resim sanatcışı Kevser Kartal, bu etinliklerde  kostüm ve imitasyon  eser ile ilgili VAKIF 19 a lojistik destek sağlayan kurum ve kuruluşlar, etkinliklere “ Hitit Arkeoloji fotoğrafları”,  “Hititlerde Dans ve Müzik” sunumları  ile aynı zamanda etkinlik koordinatörlüğü yapan Arkeolog Prof.Dr.Tayfun Yıldırım çok doğru seçimlerdir.

3.Yabancı bir ülkede , kısa zamanda  üç farklı şehirde peş peşe etkinlik yapmak  zordur. Titiz ve doğru bir organizasyon ile  etkinliklerin kusursuz tamamlanması taktire  değerdir. Buradaki en büyük pay çağdaş, işbölümüne dayalı VAKIF 19 yönetim  anlayışı ve yönetim kurulunundur.

4.Bulgaristanın  iyi komşuluk  ilişkileri  içinde  Ülkemizin Avrupa Birliği yürüyüşünü  destek-lemesi, ayrıca Avrupa Birliği Dönem Başkanlığını yürütüyor olması, Filibe’nin 2018 Avrupa Birliği Kültür Başkenti seçilmesi  neden Bulgaristan ve üç kenti sorusunun cevabını oluştur- maktadır. Ülke tanıtımı açısından stratejik ve diplomatik olarak ince bir hedef seçilmiştir.

5.Filibede sergi için belirlenmiş olan mekan TRAKART Museum’dur. Bu müze Roma dönemi Hipodrom kalıntılarının ve taban mozaik panolarının bulunduğu Alt Geçit altında kurulmuş özel  bir müzedir. Müze  objelerinin dışında kalan boş duvar yüzeylerine Hitit Arkeoloji Fotoğrafları, Hitit imgelerinin yer aldığı resimler ile seramik objeler asılarak, eserler bir müze galeri içinde sergilenmiştir. Filibe’de ki konser mekanı cadde seviyesinden yaklaşık on iki metre aşağıda bulunan Roma dönemi hipodromun giriş kısmı kalıntılarının bulunduğu amfitiyatro şeklindeki  tarihi mekandır. Mekanın hemen arkasında 15.yüzyıl Osmanlı Cuma Camii bulunmaktadır. Konser, defile, Hititler, amfitiyatro ve tarihi Osmanlı camii  zaman yolculuğunun duraklarında farklı kültür katmanlarını buluşturmuştur. Burgas’da etkinlik için seçilen, yeni yapılmış yolcu Limanı binasının üst katı günbatımı Liman manzarası ile Hitit kostümleri  defilesi  ve  antik Hitit enstrümanları ile çalınan günümüz  Anadolu ezgilerine güncel, estetik, doğal bir dekor yaratmış, Hitit güneşini Burgas güneşi ile buluşturmuştur. Binanın tanıtımı için yapılmış afişlerde “insanları ve kültürleri buluşturan yer” sloganının kullanılması, etkinliğin amacı düşünüldüğünde diplomatik zekanın  yaratıcı bir çözümü olmuştur.  Varna da ise; etkinlik için Arkeoloji müzesinin orta  avlusu  tercih edilmiştir. Müzenin  klasik Barok mimarisi ile tarihin derinliklerinden gelen  Hitit temalı etkinliğin uyumu son derece mükemmel olmuştur. Her üç mekan da  konser  ve Hitit Kostümleri defilesi için isabetli seçimdir.

6.Etkinliklerin tümü birbirini tamamlayacak şekilde planlanmış, biri diğerinin önüne geçmemiştir.Böylelikle;izleyiciye  hepsi birden izlendiğinde zihninde  kolaylıkla sindirebilece- ği bütüncül bir Hitit Kültürü menüsü sunulmuştur. Etkinlik sonunda  izleyicilerin salondan ayrılmak istemeyişlerinin nedeni   yaşadıkları lezzet şokudur.

Filibe ve Burgaz  Başkonsolosu ve yardımcılarının Bulgaristan’a girdiğimiz  andan itibaren sürekli irtibatta kalarak ekibe yön vermeleri, etkinliklerin alt yapılarını çok iyi hazırlamış olmaları titiz diplomasi geleneğinin yansımaları olarak dikkatimi çekti. Etkinlikleri sahiplenmeleri, tanıtım için titiz planlama, basit bir ev sahipliği nezaketinin ötesinde  ciddi bir emek harcandığını gösteriyordu. Yine de sonucun ne  olacağına ilişkin bir  endişenin varlığı hissediliyordu. Bu endişenin “ülkeyi en iyi şekilde temsil  edebilmekten” kaynaklandığını  etkinlik sabahı ağırlandığımız konsolosluktaki sohbette sezinledim.Bizleri sahiplenen, ağırlayan Filibe Başkonsolosu Sayın Hüseyin Ergani ye “şimdiye kadar yurt dışı seya- hatlerimde  ülkemizin varlığını hissetmek için elçilik ve konsolosluk önündeki  bayrağın önüne  geçip  fotoğraf çektirirdim. Sayenizde bayrakla  birlikte devleti de  hissettim” diyerek teşekkür ettim. Burgaz Başkonsolosumuz sayın  Nuray İnöntepe ve zarif eşi  hem Burgaz da hem de Varna da  bizi hiç yalnız  bırakmadı. Elinden  hiç bırakmadığı fotoğraf makinası  küçük ayrıntıları atlamayan, sanatçı bir kişiliğin yansıması gibiydi. Konser sonrası konuş- masında fotoğrafını çektiği  Burgazda bulunan rögar kapaklarından ikisini  antik giysiler  üzerine  işleterek oluşturduğu  giysi sunumu Burgazlılara  ve bize  sürpriz oldu.

Yabancı bir ülkede dört gün gibi kısa bir sürede bir sergi, üç konser, üç defile  ve bunların öncesinde “Hititlerde Dans ve Müzik” konulu akademik sunum  planlamak  ve izleyenlerde hayranlık  uyandıran  bir başarı ile gerçekleştirmek, sıradan bir  ekip çalışması ile  olabile- cek  bir durum değildir. Kalben ve aklen inanmanın yanında,  yüksek memleket  ve vatan sevgisi  ile ancak açıklanabilir.

VAKIF19; ülkemizde şehir  tanıtımları  denildiğinde turizm odaklı video filmler ile, yeme içme kültürüne ilişkin etkinliklerin yapıldığı saplantılı tanıtım ezberini bozmuş, en iyi tanıtımın doğru, yansız bilgi, sanat kültürü, kültür ve tarih mirasına dayalı iyi planlanmış, yetkin, samimi etkinliklerle olabileceğini bir kez daha göstermiştir. Bu nedenle bu etkinliğin gerçek -leştirilmesinde başta VAKIF 19 yönetim kurulu  ve başkanı Alper Bilan olmak üzere yönetim kurulu üyesi Mahmut Fatih Sucuoğlu, Çetin Mete,  vakıf Müdürü Ergülü Karipcin’e ve  tüm emek verenlere ülkece teşekkür borçluyuz.

*Trabzon Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi  Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Öğretim Görevlisi












1 Mayıs 2018 Salı


DAĞLARIN GÖLGESİNDE SANAT  BARIŞLA BULUŞTU                                                             1.ULUSLARARASI  NİĞBOR SANAT  GÜNLERİ

 






Kadir ŞİŞGİNOĞLU*

Orta Torosların doğu-kuzey ve  batı uzantıları ile çevrelenmiş, Bor ovasına  doğru düzenli  bir  eğimle ilerleyen  plato-ovada kurulmuş bir kent Niğde.  Biraz  yükseğinden  geçen Adana yolundan şöyle bir  baktığınızda pek sizi çağırmıyor. Ancak; içine girdiğinizde sadece yanından  geçip gidilmeyecek  bir kent olduğunu anlıyorsunuz. Özensiz, sıradan, hatta; çirkin yapılaşmanın gizlediği kent merkezine  doğru ilerlediğinizde  tarihi kimliği  ortaya çıkıyor. Kentin tam merkezinde olan Kale aslında sizi zaman yolculuğuna  çıkaran  bir höyük. Farklı zamanlarda  yapılmış,  çok değerli ustaların  ellerinden  çıkmış anıtsal yapılar bir gerdanlığın parçaları gibi dizilmiş. Arada  bazıları yok olmuş, kimileri de zamana yenik düşmüş, yorgun bedenini bırakmış. Kalenin surları, saat  kulesi, Alaaddin Cami, biraz  aşağısında Sungurbey camii, Bedesten tarihin sessizliğinde  Niğde’yi dinliyor. Kalenin çevresindeki sokaklarda ayakta kalmayı  başarmış tek tük eski yapılar kenti okumanızı kolaylaştırıyor. Yüzyıl öncesine bir zaman yolculuğu yaptığınızda farklı  kültürlerin izlerini taşıyan yaşlı kent yavaş yavaş  canlanıyor.
Kalenin bulunduğu yer, bu  bölgede  M.Ö  7500-8000 li yıllarda yerleşime başlayan Köşk höyük ile  birlikte  beş altı höyükten biri. Köşk Höyükte hayat bitince, Hititler döneminde adı Tuvanuva  olan höyük Roma döneminde Tyana olmuş,Tyanalı Apollonuis’u görmüş. Romalıların kente  su  getirmek  için yaptıkları su kemerlerinin kalıntıları Selçuklu Osmanlı döneminde  adını Kemerhisar’a dönüştürmüş. Kemerhisar tarihi kent merkezinde  yakın zamana kadar  yaşam devam etmiş.Şimdi arkeolojik Sit alanı.Kazılar devam ediyor.Tyana’dan Bor’a doğru gelişim gösteren kentleşme Selçukluların  bölgeye gelişi ile Nahita’ya (Niğde’ye) doğru  kaymış.Türklerle  birlikte  Kale  merkezden başlayarak bugünkü  sınırlarına  erişmiş.
On bin yıllık kesintisiz  yaşamın sürdüğü bu kent kalesi, kulesi, camiileri, medreseleri, kiliseleri, manastırları ile tarihi –kültürel –ticari kimliğinin yanı sıra günümüzde tarım  ve orta ölçekli sanayi kenti olmuş.Adı sonradan Ömer Halis Demir olan Üniversitenin hızla  büyümesi ile bir üniversite kenti kimliği de  kazanmaya başlamış.
Etrafını  kuşatan  dağlar Niğdeyi yalnızlaştırmış, ıssızlaştırmış… bir taraftan da korumuş. İnsan için anatomi  nasıl  kader  ise; kentler için de coğrafya  kaderdir. Yalnızlık, ıssızlık  kaderini bir türlü yenememiş Niğde. Zorluklar ile  mücadele  etmek yiğitleştirmiş Niğdeliyi. Osmanlı Döneminde  Dar-ül Pehlivaniye (yiğitler yurdu) sıfatını da  bu yüzden almış olmalı.  Milli Mücadele  döneminde Torosların güneyinde  Fransız  işgali  başlayınca hızlı bir refleksle Kuvay-ı Milliye  teşkilatını oluşturarak Niğdenin işgalini  önleyecek tedbirleri  almış. Alınan stratejik askeri  kararlar  ile Fransızların Torosları  aşmaları engellenmiş.
Cumhuriyet döneminin yavaş  gelişen bu sessiz, sakin Anadolu kenti yatırımların azlığı  nedeniyle  sürekli  göç  vermiş. Yetmiş  binlerde  olan güncel  nüfusu ile  turizmi gelişmemiş dışa  kapalı, coğrafi, tarihsel ve kültürel kimliğinin  farkında  olmayan, ciddi düzeyde bilim-kültür –sanat üretmeyen  tipik orta Anadolu kenti görünümünde. Nüfusu kırk binlerde olan Bor ise daha  dinamik hızlı gelişimi  ile nerede  ise Niğde  ile  birleşmiş.
Bor’lu bir işadamı olan Serkan Haliloğulları yaşadığı kentin sıradanlığını değiştirmek için çaba harcayan, proje  üreten kent-kültür sevdalısı bir  insan. “Bir insan değişirse dünya  değişir, bir insan değişirse  her şey  değişir”sözüne  inananlardan ve inandıranlardan. Kuşkusuz İngilterede eğitim  almanın yaşamanın kazandırdığı ufuk zenginliği de  var. Güncel kültüre teslim olmuş kent insanının  çaresiz  ve  ve umutsuzluğunu aşmanın kültürel kimliğini  güçlendirmekle mümkün  olabileceğini düşünmüş “ULUSLARARASI 1.NİĞBOR SANAT GÜNLERİNİ” düzenlemiş. Öncelikle kendi ilçesi Bor da  olmasını  istemiş Sanat Günlerinin. Ancak beklediği  desteği ve ilgiyi  göremediği  için “Geçti Bor’un Zamanı” diyerek yönünü Niğdeye dönmüş. Kendisi gibi düşünen, Niğdeye yeni  bir  kimlik  kazandırmak için bunun  önemli  bir tanıtım fırsatı olduğunun bilincinde  olan , genç dinamik, edebiyatçı ve neyzen  Kültür ve Turizm İl Müdürü Basri Akdemir tarafından desteklenmiş. Serkan Haliloğullarının  yakın zamanda  kaybettiği  annesinin  hatırasına Halibasart kuruluşunun  nerede  ise  bütün  maliyetini  karşıladığı, organizasyonunu yaptığı  bu ULUSLARARASI 1.NİĞBOR SANAT GÜNLERİNİN  ana teması “sanat  barışla   buluşuyor” idi. İçinde  yer aldığım bu etkinliğe  on yedi ülkeden elliyedi  ressam, heykeltraş, fotoğraf-performans sanatçısı, müzisyen ve  şair katıldı.
Niğdenin tarihi mekanlarında karma sergiler yapıldı. Ressamlar  Heykeltraşlar Kültür Müdürlüğünde, Eski Ermeni Kilisesinde ve Ak Medresede  eserlerini  ürettiler. Halka açık  olan bu  çalışmalarda gençler çocuklar sanatçılarla  tanıştılar, sohbet ettiler. Çocuk atölyeleri  kuruldu. Akşamları müzik-şiir dinletileri, fotoğraf sunumları oldu. 27 Nisan Akşamı Selçuklunun  Muhteşem yapısı Ak Medresede “Kadim Kent Niğde Kent Kültürü ve Müzeler” başlıklı bir  sunum yaptım. Bu sunumda  Kültür Turizm İl Müdürümüz Basri Akdemir,Serkan Haliloğulları, etkinlik Sanatçılarının bir  bölümü , önceden ziyaret ettiğim çok özel  Niğde  Arkeoloji  Müzesinin  değerli Müdürü Fazlı Açıkgöz ve ekibi , Sanat Tarihi ve resim öğretmenleri ile  konuya  ilgi duyan Niğdeli dostlar gelmişti.
İlk kez böyle  bir  organizasyon yapmanın deneyimsizliğine rağmen Serkan Haliloğulları  ailesi eşi, kız kardeşi, çocukları  ve ekibi tüm  yüreği  ile en küçük  bir yorgunluk bıkkınlık  belirtisi  hissettirmeden misafirlerini kusursuz  ağırlamak için  ellerinden  gelenin fazlasını  yaptılar. Adeta  evlerinde  misafir  ağırlar  gibi ağırladılar  hepimizi. Bunun yarattığı hoşnutluk bütün katılımcıları en güzel eserlerini  üretmeye  motive etti. Bu  çalışmaların tanıtım sergisi ilk  olarak tarihi, bin altı yüz yıllık Gümüşler Manastırında yapıldı. Tam bir  sanat Festivali havasında gerçekleşen sergi , manastır  mağaralarının içinden  ve  izleyicilerin arasından çıkarak doğal setlerden  oluşmuş sahnede yer alan  müzik korosu, opera sanatçıları, güncel ve sanat müziği  eserleri ile  renklendi. Mehter takımının manastırın üzerinden gelerek fetih mizanseni ile oluşturduğu mini  konseri  görülmeye  değerdi. Yaklaşık iki binin üzerinde  izleyicinin  katıldığı  bu etkinlikte Gümüşler Belediyesi gözleme ve ayran ikram etti.  Bir sonraki  gün Bor’daki  bağ  evinde  ağırladı Serkan Haliloğulları misafirlerini. O günün  akşamında  sergi ve muhteşem  gösteri, katılım  belgelerinin  verildiği kapanışla  sanat  günleri  sona  erdi.
Etkinlik süresince gençlerin  ve  çocukların sıcak  ilgisine  karşı halkın ilgisinin çok  yüksek  olmadığını fark ettim. Belli ki  ne  olup  bittiğini  tam anlayamamıştı. Toplumu  bir  ağaca  benzetir isek kültürün  bu ağacın kökleri, bilimin ve  sanatın bu ağacın  meyveleri olduğunu  pek anlamayan sadece halkın  bir  bölümü değildi  ne  yazık  ki. Üst düzey il yöneticileri, üniversite temcilcileri de mesafeliydi etkinliklere. Sayın Valinin ve Belediye  Başkanının farklı  ülkelerden kentine gelmiş bu sanatçıları  çalışmaları sırasında ziyaret etmeleri çok şık  olurdu. Bu fırsatı kaçırdılar. Bu etkinliklerin kentin kültürüne ne denli  katkı yapabileceğini,tanıtımında ne kadar etkili olabileceğini anlayamayanlardan  biri de yerel medya  kuruluşları  idi. Kaldığım süre  içinde  sadece  bir  yerel  gazetede alt bölümlerinde küçücük  bir  haber  gördüm. Diğerleri bu  etkinliklere gözlerini ve kulaklarını kapadı.
Tarih; uygarlığı ve kültürü geliştirmek isteyen  insanların çabalarını yazıyor. Kendi  kentinden  başlayarak evrensel  kültüre katkıda  bulunmak isteyen insanların kültür denizine  attığı taşın oluşturduğu halkalar eninde  sonunda kıyıya  vurur. Tarih de  deniz gibidir. İçine  ne  atarsanız günün  birinde kumsalınızda  görürsünüz….Bu  yüzden gelecekte gençlerin  ve  çocukların artan kültür  sanat ilgisi, becerisi, değişecek  yaşam  felsefesi-kent vizyonu  nedeniyle Niğdelilerin Serkan Haliloğullarına  şimdiden bir  teşekkür  borcu  var.

*KTÜ FATİH EĞİTİM FAKÜLTESİ-GÜZEL SANATLAR EĞİTİMİ BÖLÜMÜ