25 Aralık 2014 Perşembe

TRABZON ÖZEL BİR  MÜZEYE  KAVUŞTU
"TİCARET VE SANAYİ ODASI ÖZEL İPEKYOLU  MÜZESİ"

Kadir  ŞİŞGİNOĞLU*



 

Bir insan yaşamı için tüm algılarının  ve yargılarının depolandığı bellek ne kadar gerekli ise; kent için de  bellek o kadar önemli ve gereklidir.

Müzeler kent belleğinin vitrinidir.
Kent belleği  kentin tarihi,mimarisi,caddeleri, sokakları, parkları, meydanları  doğal ve yapay çevresi, silueti, gelenekleri, inançları, değerleri, şarkıları, türküleri, masalları, sanat eserleri, sanatçıları, o kente  değer  katmış canlı cansız varlıkların bütünüdür.Kısaca  kente  ruh veren her şeydir.

Kent yaşamında  zamanla kent belleğini  oluşturan unsurların bazıları körelmeye  başlayabilir. Yok olma  tehlikesi  olan bu kültür dinamiklerinin koruma  altına  alınması, sonraki  kuşaklara kent belleğine  yaptığı katkının  gösterilmesi  gerekir.Bunun  en iyi  yapılabileceği yerler  müzelerdir.
Çünkü müzeler; geçmiş toplumların  kültür  varlıklarını, tarihi eserlerini,arkeolojik eserlerini  ve sanat eserlerini araştıran, bulan, koruyan bunları toplumu bilinçlendirmek için sergileyen (kar amacı  gütmeyen) kuruluşlardır.

Kent kültürünün en iyi görünebileceği yerler Kent Müzeleridir.
Bir  kent ne  kadar  çok müzeye  sahipse belleği  o kadar  sağlıklı  demektir.  Belleği travma yaşamış kentlerde tarih ve  kültür  bilinci gelişemez.

Yaklaşık sekiz bin yılla  tarihlenen Trabzon farklı uygarlıklara ev sahipliği yapmış olmasına  karşın bu  uygarlıklardan  ne kaldı diye sorduğumuzda  Roma uygarlığına   kadar  somut olarak  gösterebileceğimiz bir eser yoktur. Küçük Ayvasıl kilisesinin giriş kapısı  üstündeki Rölyef ile Trabzon Müzesindeki Hermes  heykeli dışında Roma kültürü ile  bir  bağ kuramazsınız.Bizansa dair  kale  ve sur kalıntıları, Comnenoslara dair Ayasofya’yı ,bu günkü Ortahisar camiini  çıkarırsanız gördüklerimiz Osmanlı yapılarından geriye kalanlardır.Taşınır kültür  varlığı açısından ise bu kentte  anılan  uygarlıklara  ait buluntular bir kaçı  geçmez.O zaman sıkça  söylenen "Trabzon bir  tarih, kültür ve sanat kentidir" sözünün içi  boştur. Bu görünümü ile  kimse kusura bakmasın Trabzon bir tarih kültür ve sanat kenti  değildir.Yarım yamalak bir  müzesi olan  kentten tarih ve kültür  kenti olmaz.Trabzon  müze fakiri bir kenttir.Müzeleri olmayan bir  kentin geçmişe  dair  göstereceği  bir  şeyi  yoktur. Müzesizlik Trabzon’un ve  Trabzon’u yönetenlerin ayıbıdır.

Bu  ayıptan ilk kurtulan Trabzon Ticaret ve Sanayi Odası  olmuştur.Fotoğraf sanatçısı Coşkun Kulaksızoğlu’nun  1963 yılından beri biriktirdiği en eskisi yedi yüz, en yenisi iki yüz yıllık) yaklaşık üç yüz  parçadan oluşan  koleksiyon Ticaret ve Sanayi Odası  Yönetim  Kurulu   tarafından satın alınmış, Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Suat Hacısalihoğlu’nun  ısrarlı ve kararlı tutumları ile müzeye dönüştürülmüştür.

İçinde Fatih Sultan Mehmet'in hocasının  kitabının da  olduğu çok değerli el yazmaları, yazı takımları, Trabzon eyalet  mührü, 13.yüzyıl Selçuklu mühürünün  bulunduğu mühürler,tekstil ürünleri, cam ve madeni eşyalar, kılıç ve kamalardan oluşan koleksiyonun bir  bölümü TTSO nın Molozdaki binasının giriş katındaki salona yerleştirilerek “Trabzon Ticaret ve Sanayi Odası Özel İpekyolu Müzesi “ adı  verildi.Bu koleksiyonun Trabzon’da kalması için TTSO nezdinde   girişimde  bulunan Mimarlar Odası Eski Başkanı Bekir Gerçek’in katkısı çok büyüktür.(Coşkun Kulaksızoğlu  tarafından  belirtilmiştir)

25.12.2014 günü saat 18:00 de  açılan müze yarından  itibaren ziyaretçileri  bekliyor olacak.Açılışta Trabzon Valisi Abdil Celil Öz, Büyükşehir Belediye  Başkanı Dr.Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu, Türkiye Odalar Borsalar Birliği  Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, KTÜ Rektörü  Prof.Dr.Süleyman Baykal, kent  yöneticileri ve işadamları  ve  çok sayıda davetli ve  basın  mensubu  katıldı.

Bu  küçük Butik Müze TTSO na önemli  bir  prestij  kazandırdığı gibi Trabzon’un  marka  değerini artıracaktır.Geçmişinden hızla  kopan  Trabzon’un geçmişine  dair kültür varlıklarını kent  insanına  sunabilmesi  kent  kültürünün devamlılığı  açısından  önemlidir.Bu atılan  küçük adımın  işe  yarayabilmesi  için  bu  müzenin  yaşayan  müze  olması  gerekir.Koleksiyonunu yenileyebilmesi, müze ile kent insanı arasında  bağ  kurması  gerekir.

Eylul başından beri tanık  olduğum bu çalışmaların sonucunu görmekten bir  müze  araştırmacısı ve bir  müze  tutkunu  olarak çok  mutlu  oldum.Trabzon’u bir  ayıptan  kurtardıkları  için TTSO yönetim kurulunu ve  inatla,  sabırla  müze çalışmalarını yönlendiren Sayın  Başkan  Suat  Hacısalihoğlu’nu  ve ona  destek  verenleri yürekten kutluyorum.
 

1 Kasım 2014 Cumartesi


                 
UTEF (Uluslararası Trabzon  Edebiyat Festivali'nin ardından)

SONBAHAR SAĞANAĞINDA SANATIN SICAĞI

Kadir ŞİŞGİNOĞLU *

Ekim sonu, Kasım ortaları Trabzon’da, Karadeniz de  doğa ayrı bir  güzeldir. Doğa ilkbaharın  ve yazın yeni yetme yeşilinden kurtulur. Olgunlaşır serpilir gelişir ve kızıl ile  derin bir aşk yaşamaya  başlar. Bu aşk  yeşilden sarıya, kahverengiden turuncuya  , kırmızıdan dumanlı  yeşile bir çok renk  armağan eder doğaya. Bu  renkler açık  güneşli  havada görsel bir senfoni oluşturur.
Yer  yer sürülmüş, kabarmış  toprağın kahverengisi , ıslanmış kayaların parlak  grisi ile  buluşur . Bazen hiç  umulmadık  yerden  çıkan bir sis  bulutu  bir  duvak olur örter yüzünü doğanın . Bu  mevsimde doğa  kendine  çağırır insanı. İzlediğiniz  kısa  anlarda bile  bakışlarınızı tutsak  alır.

Bu sene Ekim yağmurları erken düştü Trabzon’a …Biz  pastırma  yazı beklerken uzun ,  zaman zaman  da sert yağan sonbahar yağmurları içimizi üşüttü. Dışarıda omuzlarımızı ısıtan güneşi, içeride dumanı tüten  çayın sıcağını özledik. Arada  bir güneş  yüzünü gösterdi de kış  mevsiminin melankolik  isyanına  dalmaktan  kurtardı  bizi.

Ekim  ayında  önce sonbahar  yağmurlarının sonra da  sanat yağmurlarının  sağanağına  yakalandıTrabzon. Sanatevi’nin   düzenlediği  6.sanat günlerinin  dokuz  gün  süren  etkinliklerini zihninde  sindirmeye fırsat bulamadan Uluslararası bir etkinliğin ismini duydu. UTEF (Uluslararası Trabzon Edebiyat Festivali)

Karadeniz  Yazarlar Birliği’nin  düzenlediği Trabzon’da  konsolosluk  düzeyinde  temsil edilen  Rusya Federasyonu, Gürcistan,  İran , ev sahibi  Trabzon  ve Türkiye’den  çok sayıda yayıncı ,şair- yazarlar  katıldı.  Türk yazar  Peyami Safa, İranlı yazar Seyid Muhammed Hüseyin Behçet-Tebrizi (Şehriyar), Gürcü yazar  Nodar Dumbadze, Rus yazar Aleksandre Puşkin'in anısına  adanan, danışmanlığını  yazar-sanat eleştirmeni Ümit Yaşar Gözüm’ün yaptığı  festivalin konusu “tarih ve  mekan” olarak  belirlenmişti.

20 Ekim  Pazartesi günü yapılan UTEF in açılışı için seçilen mekan restorasyonu yeni tamamlanan Alacahan’dı.”Tarih ve ve mekan” ana teması ile  yapılan festivalin açılışına bu tarihi mekan  çok  yakıştı. Festivalle  birlikte  açılışı  yapılan Alacahan’ın   odalarının geleneksel  el sanatlarının uygulama  atölyelerine  dönüştürülerek    yaşayan etnografya müzesi  gibi  hizmet verecek olması  müze  araştırmacısı olarak beni sevindiren  bir  başka  olaydı. Ana etkinlik  mekanı olarak Trabzon Büyükşehir  Belediyesi Hamamizade İhsan Bey Kültür  Merkezi  salonlarının kullanıldığı festivale Akçaabat,  Maçka, Tonya ilçeleri de  ev sahipliği yaptı. Festivale  üç  üniversitemiz  KTÜ , Avrasya Üniversitesi ve  ATATÜRK Üniversitesi destek  verdi. Festival boyunca  programda  belirtilen etkinlikler  yapılırken , katılımcılar için düzenlenen gezi lerde  sıcak  paylaşımlar  yaşandı.İran, Gürcü ve Rusya Federasyonunu  temsilen   gelen yazarlarla kurulan  diyaloglarda  benzer  kültürel köklerden  beslendiğimizi,  aynı kültür  çanağına  kaşık salladığımızı görmenin mutluluğunu yaşadık.Rusya Federasyonu  temsilcisi  iki  yazarın (Leyla  ve Abdullah) Osetya  Özerk bölgesinden  İnguş ve Balkar Türkü olması  Balkar Türkü olan Abdullah’ın  festivale  bir  ay kala Türkçe  öğrenmeye  başlaması  ve Festivalin  kapanış  konuşmasını Türkçe  yapması  köklerin  buluşması adına  sıcak  sürprizlerdi. Karşılıklı kültürel  etkileşim, paylaşım  eminim bundan sonra üretimlerimize ve  hayata bakışımıza yeni  katkılar sağlayacak.

Her biri kendi  alanında yetkin  ürünler  veren değerli   şair-yazar , yayıncı, akademisyenler , bilim ve  kültür  insanları etkinliklerde düşüncelerini  ve  ürünlerini  paylaştılar.Festival sonunda  herkes  az  veya  çok  çıkınına bir  şeyler atabildi.

Festivalin son gününde  yazdığım  Müze Kültürü ve  Eğitimi kitabımla  ilgili olarak “Kent Kültüründe Müzelerin Önemi”  konulu  bir konferans  verdim. Edebiyat dünyasında  yerini, yurdunu ve haddini bilen  bir  ressam-akademisyen  olarak  Trabzon’da ilk  kez yapılan Edebiyat Festivali'nin (sonucu  nasıl  olursa  olsun) başarılı  geçmiş  olduğunu söyleyebilirim. Trabzon şu an bunun  çok  farkında  olmasa da ilk kez uluslar arası Edebiyat Festivali  yaptı  ve kent belleğine olumlu  bir  iz bıraktı. Bunun  başarılmasında Karadeniz  Yazarlar  Birliği Derneği  başkanı  E.Ala Türkmen’in  başkanlığında yönetim kurulunun  özverili çabasının katkıları  büyüktür.

Magazin kültürünün egemenliğinde  giderek bilim-kültür-sanat toplumu  olmaktan  uzaklaşması  nedeni  ile, ülkemiz ve toplumumuz  adına  gelecek endişesini fazlaca  duyduğumuz  bu günlerde, salonların  çoğunlukla  boş  olması bile umutlarımızın  azalmasına  yol açmadı, açmayacak…
Çünkü;  sonbahar yağmurları  ile Ekim ayında Trabzon’da  toprak demini aldı. Baharda  kültür tarlasında  yeni  ürünler yeşerecek….Tüm emek  verenlere  teşekkürler…..

*KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü-Öğretim Görevlisi



12 Eylül 2014 Cuma



GEZMEK KÜLTÜRDÜR

Kadir ŞİŞGİNOĞLU *
                                                    

        Niyeti  ilerlemek  olanı yol her zaman  kendine  çağırırAUSEY


Dar bir  alana  sıkışmış, derinliği  olmayan  ilgilerimizle  gezmek,  görmek   bir  toplumu,bir kenti,bir  ülkeyi   tanımamıza  yetmez. Gezmek için  fırsat yaratmış, plan  yapmışsanız, gördüklerinizi  daha  kolay  anlamlandırıp, öğrendiklerinizi  birbirleri  daha  kolay  ilişkilendirmek istiyorsanız  gideceğiniz  yerlere  ilişkin araştırma  yapmak, ön  bilgiler  edinmek zorunluluğu vardır.Böylelikle  geziniz  daha değerli olacaktır. Sığ  ilgi ile gezmek demek;  turizm  ve  kültür pazarlayıcılarının  yarattığı sembol değerleri (ikonları)  görmeye mahkum  olmak, onların marka  değerini artırmak  demektir.

Genellikle fotoğraflardan, filmlerden gördüklerimizden ya da  daha  önce  buraları  görenlerin anlatımlarından etkilenerek gezmeye karar  veririz.Valizlerimizi topladığımız  gibi ya tamamen bağımsız   kendimizi yollara  vururuz.Ya da bir  tur şirketinin kapısını  çalarız. Gezimizi  tur şirketleri  ile  yapıyorsak onların  hazırladıkları standart  paket programlara uymak zorunda kalırız. Sizin o paket gezi programını  değiştirebilecek   ön  bilgileriniz  ve öneriniz  yoksa  ortalama  ilgiyi tatmin edecek şekilde  hazırlanmış tur gezi programına uyarsınız. Gezide gün  boyu yeni  yerler görmek  için heyecanla koşturursunuz. Rehbere  yetişmek, gruba yetişmek, yürürken  etrafı  görmek, ilginç  fotoğraflar  çekmek telaşı bu  gezilerin kaçınılmazıdır. Gideceğiniz  yere  geldiğinizde ilk olarak “ ben  burayı  gördüm, ben  buradaydım “ diyebileceğiniz fotoğrafı  çektirdiğinizde büyük ölçüde  gezide amaca ulaşılmıştır. Çoğunlukla rehberli  grup gezilerinde fotoğraf  çektirme  telaşından, kısacık  özet bilgi niteliğinde  olan  rehber anlatımları  bile  dinlenilmez. İşini ciddi  olarak  yapmak  isteyen  rehberler  sıkça uyarmak  zorunda  kalırlar. Gezi  bittikten  sonra  çekilen  yüzlerce  fotoğrafın çoğunun  nerede çekildiği bile  hatırlanmaz. Gezilerden  arta  kalan önünde  poz  verilerek  çekilen  birkaç yapı, gittiğimiz  yerin ünlü  yiyeceği  ve  restoranları, turistik  hediyelik eşya satın alma maceralarıdır. Yaşadığımız yere  döndükten  sonra ise bolca kurulan “…. Ben şuradayken” cümleleridir.

Gezmek  bir  kültürdür, bir tutkudur, yaşam  biçimidir. Gezmek ilgi  ve ön bilgi  ister. Yüzlerce binlerce   kilometre  gidip gezerken katılımsız, televizyonda belgesel izler  gibi  değil, gittiğiniz  yerin coğrafyasını, iklimini, bitki  örtüsünü, canlılarını, insanlarını, geleneklerini, davranış  biçimlerini, yaşam tarzlarını, giyim  kuşamını, mimarisini,  kültürünü, sanatını ve  tarihini  bilmek, bunların  birbirlerini nasıl  etkilediğini  anlamak için düşünmek ve  çaba  göstermek  gerekir. Her şeyden önce  çok boyutlu  görmek gerekir. Bunu  yapabildiğimiz  zaman  geziden kalan izlenimler bizim zihnimizde  kalıcı  bilgiye ve öğrenmeye dönüşür. Öğrendiklerimizle  yeni  bir  insan  oluruz. Farklı  coğrafyaları, farklı  insanları  ve  kültürleri  görmek bilgimizi  görgümüzü artırır, zihnimizi daldığı uykudan uyandırır, dünyaya  bakışımızı  değiştirir. Gezerken ulaşılmaz  sandığımız dünyanın aslında  ne  kadar küçük  olduğunu görürüz. Ben merkezli düşünmek  yerine  dünyada herkese  yetecek  yerin  olduğunu  anlarız..Kendimizi keşfeder, ne yapabileceğimizi, ne  olduğumuzu anlar, ülkemizi ve  kültürümüzü başka  ülke  ve  kültürlerle  kıyaslama  şansı  elde  ederiz.  Hoşgörü göstermeyi ve  birlikte  yaşama kültürünü öğreniriz. Bütün bu öğrendiklerimiz  bizim  yaşamımızı  değiştirir, dönüştürür. Gezmek, kendimizi, yaşamı, dünyayı, diğerlerinden daha detaylı kavramamızı sağlar. Böylelikle  yaşamın  içinde  gizlenmiş küçük detayları daha  kolay  fark eder mutlu  oluruz. Gezmek  bizi daha mutlu, çevremize karşı sevgi dolu, kendimizle ve çevremizle barışık, kendine güvenli, daha başarılı ve üretken yapar. Öğrendiklerimizin etkisi  sadece bizle  ve  yaşamımızla  sınırlı  değildir. En  yakınımızdan  başlayarak sesimizle ve  elimizle dokunduğumuz  bütün çevremiz paylaşımlarımızdan  etkilenir.

Gezerken  öğrenmenin en iyi yolu kendinize yalnız kalma fırsatı yaratıp tek  başınıza dolaşmaktır. Bir  şehrin  sokaklarında  tek başına  dolaşıp  kaybolmayı beceremiyorsanız  o şehri tanıdım diyemezsiniz. Çünkü gezmek;  yalnız  kalmak ve  keşfetmektir. Bir  şehri tanımak ünlü  caddelerini  bilmek, ünlü  restoranlarında  yemek  yemek, bilinen modern veya   tarihi  yapılarını  görmek demek değildir. Bir  şehri  tanımak meydanlarını  görmek, ara  sokaklarına  girmek, salaş  kafe  veya  lokantalarına  girmek, şehrin arka  yüzünü görmek demektir. İnsanı  ile tanışmak, konuşmak, şakalaşmak demektir. Ancak o zaman gezi  hikayeniz  tamamlanır. O  kent , o  ülke  zihninizde  yarattığınız  kültür  evreninde  yerini  alır. Sadece  size  sunulan marka  yerleri  ve  marka  değerleri  görmekle yetindiğinizde  öğrendikleriniz  tek yanlı  ve aldatıcıdır.
Türk toplumunun  genetiğinde  gezginlik-göçerlik  vardır. Orta Asya’dan Anadolu’ya oradan Balkanlara  ve Avrupa  içlerine  kadar gidebilmenin nedenlerinden  biri  de budur. Günümüzde  dünyada en fazla  ülkede  yaşayan millet  Türklerdir diyebiliriz. Nerede  ise  Türklerin olmadığı hiç  bir  ülke  yok  gibidir. Buna  rağmen en az gezen, yaşadığı yere, kente dair bilgisi  en az olan da  Türklerdir. Merak  ve  öğrenme isteğimizin  zayıflığından mı, gündelik  yaşamın zorluklarından mı  her gün  önünden  geçtiğimiz  bir  yapıyı  merak  etmeyiz, bir  yan sokakta  ne olup bittiğinden  haberimiz  olmaz. Şehrin  arka  sokaklarını bilmeyiz. Şehrin tarihini bilmeyiz. Kimler  kurmuş,  kimler  yaşamış  merak edip öğrenmeyiz.

Bir  tarihte; Batı  Sanatı Tarihi  dersinde öğrencilerimi, şimdi  camiye  dönüştürülen Trabzon Ayasofya  Kilisesine  götürmüştüm. Dışından  başlayıp bir  rehber  gibi  her  bölümünü  tek  tek anlattıktan sonra  bahçesinde oturup çay  içerken bir  öğrencim  “ hocam  bir itirafta  bulunabilir miyim? Ben bahçe  duvarının  öbür  tarafındaki evde  oturuyorum ve  buraya ilk defa geldim” demişti. Üniversite de  sanat  eğitimi  alıp da  hemen yanındaki  tarihi bir yapıya ilgi duymamayı çok özel bir durumdur diye düşünmüştüm. Sonradan derslerimde  sorduğumda öğrencilerimin  yarıya  yakının  kentteki  tarihi yapıları bilmediklerini, kenti kimlerin  kurduğundan,  kimlerin yaşadığından hebersiz olduklarını, hatta önemli bir  kısmının yaşadığı  ilin  dışına  çıkmadıklarını  öğrendim.

Günümüzde yaşam  koşullarımızın iyileşmesi, seyahat etme  zorunlulukları, seyahatin  kolaylaşması, tatil ve boş zaman değerlendirme  alışkanlıklarımızın değişmesi gezme  kültürünün  yaygınlaşmasına  yol açmıştır. Bir  on yıl  öncesine  göre daha  çok gezen  bir  toplum  olmaya  başladığımız  söylenebilir. 2013 sonu TURSAB (Turizm ve Seyahat Acenteleri Birliği) raporuna  göre yurt içinde  seyahat edenlerin  sayısı altmış milyona yakındır. Bu da ülke  nüfusunun  üçte  ikisinin  bir  şekilde  seyahat edip gezdiğini  gösterir. Bu yazıda  kastedilen  gezme zorunlu seyahat değildir.Bilerek isteyerek, görmek, öğrenmek, güzel  vakit  geçirmek  için yapılan  gezilerdir. Bu tür  gezilerin yapılabilmesi dört  koşula  bağlıdır. 1.Para  2.Zaman 3.Sağlık 4.İlgi-İstek Bu  dört koşula sahip  olduğu halde gezme kültürüne, alışkanlıklarına  sahip  olmayan insanların dünyaları dar,  yaşamları  renksizdir. Gezen insanın söyleyeceği  çok sözü, anlatacağı  çok  hikayesi  vardır, ama;  okuduğu sürece.

*KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü

   

22 Temmuz 2014 Salı




TARİH BİLİNCİ, ORTADOĞU ve  İSRAİL

    Kadir ŞİŞGİNOĞLU *


                                                                                         Geleceğin kurgulanabilmesi  geçmişin doğru  okunması ve değerlendirilebilmesi ile olanaklıdır. Geçmişi doğru okumak, değerlendirmek, geleceğe ilişkin yönsemeler yapmak yüksek tarih bilinci gerektirir."Tarih bilinci, aklın rehberliğinde  tarihi anlamlandırma çabasıdır. Akıl devreden çıkarsa tarih de  tarih olmaktan  çıkar" Aklı devreden çıkararak tarihi anlamaya çalışmak geçmişe dair  bilgiyi  gereksiz bir yük olarak  taşımaktır. Tarih bilincine sahip bir kimse, tarihi ölü bir geçmiş olarak değil, yaşayan, yaşamı anlamlandıran ve güzelleştiren canlı bir varlık olarak duyumsarTarih bilinci için kronolojik olarak tarihe ve bu tarihin  yaratıldığı  coğrafyaya  (hem bilgi olarak, hem de toprak,yurt olarak) egemen olunmalıdır. Çünkü; tarihini bilmeyenlerin coğrafyalarını başkaları  çizer.

Tarih bilincinin  çocuklara, genç  kuşaklara kazandırılması ancak nitelikli  bir  tarih eğitimi ile olur.Tarih eğitimi sadece tarihi ve olayları kronolojik sıra  ile  ezberlemek  demek  değildir. Olayları neden-sonuç ilişkileri  içinde  çözümlemek demektir. Her sonuçtan ders  çıkarmak  demektir. ”Tarih tekerrürden ibarettir” diyen ve tarihe bu kadar sırtını  dönen başka  bir  toplum herhalde  yoktur. Ne yazık ki  tarih eğitiminde çocuklarımıza tek yanlı olay ve tarih ezberi  yaptırarak  tarihten nefret ettiriyoruz. Tarih  öğrenmeye karşı isteksizlik  yaratıyoruz. Efsane tarihçiliği ile genç  beyinleri siyasal  ideolojilerin egemenliğine  bırakıyoruz. Ömer Hayyam belki de en çok  bundan  korkuyordu “Tarih kainatın vicdanıdır” derken.

Sadece 250 yıllık tarihi olan Amerika da  liselerde bile  tarih dersi 4 kalın ciltlik kitapla işlenir . Üniversitelerde ise tarih dersi daha da önemlidir. Çünkü Amerika bilir ki, Amerikan ideallerinin aşılanması için ancak güçlü bir tarih bilinci gereklidir…Fransızlar, İngilizler , Almanlar da tarih bilincinin geliştirilmesine çok önem verirler. Ama bu noktada en ileri gidenler Japonlar ve özellikle de İsraillilerdir. Japonlar yeni Hiroşimalar olmasın diye özellikle ilk ve orta öğretim düzeyinde olan öğrencilerine  her zaman Hiroşima ve Nagazaki’ yi gezdirerek  gençlerini bilinçlendirirler. Bu gün İsrail hem kendini dünyaya haklı gösterebilsin, hem de çocuklarına İsrailli olmanın, Yahudi olmanın ne olduğunu gösterebilsin  diye en zeki çocuklarını tarihçi yapar.  2500  yıl devletsiz yaşamalarına rağmen benliklerini kaybetmemelerinin  nedeni tarih bilincidir.  

Günümüzde Ortadoğu’da yaşananları anlamak  için için gündelik  siyasetin  yarattığı  sığ  ilgiden  uzaklaşıp  çatışmalara  tarih bilinci ile bakmak gerekir. Daha önce tarih bilinci  konusunda  yazdığım  bir  yazımdan  yukarıda  alıntılar yaparak  yorumda  bulunmak  istedim.

Orta Doğuda   çatışmalar  ilk devletlerin ortaya  çıkışından beri hep  vardır.Güçlü  merkezi devletlerin bölgesel  hakimiyet  kurmak  istemeleri, kendi  varlıklarının garantisi  olarak  görüldüğünden güçsüz  ve zayıf ülkelerin,  toplumların  ne yazık ki  yaşama  şansları  olmamıştır. Bölgenin jeo-stratejik konumu, zengin yer altı  kaynaklarına  sahip  olması çekiciliğini  artırmıştır. Irk temelli  ve  din temelli  çatışmalar günümüzde de  emperyal  güçler ve  onların  bölgedeki ortakları  tarafından desteklenip  körüklenerek  çözümsüzlük  ve  kaos bölgenin karakterine  dönüştürülmüştür.

Osmanlı’ya  bağlı  eyalet  iken  1.Dünya  Savaşı  sonunda İngilizlerin kışkırtmaları  ile bölge  ülkelerinde  bağımsızlık hayalleri  güçlenmiştir.  Irk  bilinci yüceltilen  Araplarda  Osmanlı   nefreti yaratılmış bunun sonunda Osmanlıya  bağlı  yaşamak yerine   İngilizlere  bağımlı olmayı  tercih etmişlerdir. Bu dönemde İngiliz  ajanı Gertrud Bell’in olağanüstü çalışmaları ile önce Irak  sonra Suriye Ürdün Osmanlı’dan  kopmuştur.Iraklıların  ulus  bilinci  ve tarih  bilinci kazanmasında Gertrud Bell’in  ve  öğrencisi arap kod adıyla  anılan Lawrence’nin payı  büyüktür.Gertrud Bell’in Iraktaki  lakabı (Iraklıların anası anlamında) El-Irakeyn’ dir.  Kuzey Afrika ve Ortadoğu  ülkelerinin cetvelle  çizilmiş haritaları Gerrud Bell’in eseridir.Bütün işleri  bitip  emekli  olduğunda “ bir daha yeni  ulus ve  devletler yaratmayacağım, oldukça  zor  oluyor”  diyerek Ortadoğu halklarının  kaderini  ti’ye  almıştır.

Ortadoğu’da  Osmanlı’dan kopuş  sırasında o  bölgede  kalan  Osmanlı  askerlerine Araplar çok acı çektirmişlerdir.Osmanlı ordusu bu kardeş bildiği  topraklarda çok trajik  kayıplar  yaşamıştır. Cumhuriyeti  kurduktan  sonra Gazi Mustafa Kemal Atatürk Ortadoğu’nun Osmanlı’dan kopuş  hikayesini  ve  bölgenin  psikolojisini  çok  iyi  bildiği  için Ortadoğu  ülkelerinin işlerine  asla   karışmamış ve  uzak  durulması  gerektiğini  söylemiştir.

Bölgede Osmanlı’dan  kopuşun  en  acı  ve ağır  bedelini  ödeyen Filistin halkı’dır. Bölgedeki  bütün  halkların  bir  devleti  varken  Ortadoğu’da  devletsiz  tek  halk Filistinlilerdir.
Filistinlilerin topraklarının % 67 si İsrail  işgali altındadır. 1945 te küçücük toprak  parçasında kurulan  İsrail Mısır’dan Suriye’den Ürdün’den  Filistin’den aldığı  topraklarla sınırlarını  kırk  kat artırmıştır.
İsrail  bununla yetinmeyecektir. Kendilerine Tevrat’ta  vaat edilen toprakları,  gelecekteki  büyük  İsrail’in sınırları  olarak  görürler. Bu  sınırların  içinde Filistin diye  bir  halk  ve  ülke  zaten  yoktur. Suriye’nin  bir  kısmı, Irak’ın  büyük  bir kısmı ve Türkiye’nin Dicle  ve Fırat arasında kalan Mezopotamya  Ovası’ndan  Iğdır  Ovası’na  kadar, hatta Doğu Karadeniz Dağları’nı aşarak Karadeniz’e  kadar uzanan bir  coğrafyayı hayal  etmektedir.Bunlar fantezi  değildir. Büyük İsrail neresidir diye araştırdığınızda bu  bilgilere kolaylıkla  ulaşmak mümkündür.

İsrail  bu  tarih  bilinciyle  siyasal stratejilerini  oluşturmaktadır. Bu hedefe göre  bölge  ülkeleri  ile ilişkilerini  geliştirmektedir.Bazı  yerlerde  silah ve  kaba  güç  kullanarak,  bazı  yerlerde  diplomatik temasla,Yahudi sermayesinin  lobi  desteği ile yapılan ekonomik  ablukalarla müttefiklerini oluşturmaktadır. MOSSAD-CIA  ajanlarının planlı  toplum mühendisliği ve siyasi suikastleri  ile güçsüzleştirilen bölge devletlerin hükümetleri  İsrail  ile  ilişkilerinden  vazgeçemeyecek  kadar  bağımlı  hale  getirilmişlerdir. Bugün on yıl  öncesine  göre  İsrail; Büyük İsrail’e (vad edilmiş   topraklara) daha  yakındır. İsrail  onun için Suriye  sınırımızdaki  mayınlı  arazinin temizlenmesine bu  kadar  istekli  olmuştur. Manavgat  çayının  suyunu  satın almak için inanılmaz  pazarlıklar yapılmıştır. Oluşan  tepkiler  nedeniyle  vazgeçilmiştir. Harran ovasında, Iğdır ovasında, Karadeniz  yaylalarında İsrail sermayesi ile toprak satın almak için   aracılar kullanılmaktadır. İsrail  bu nedenle Irak’ın parçalanması ve  Kuzeyinde  Kürt  devleti  kurulmasına  açık destek  vermektedir. Yıllardan  beri askeri  eğitim verdiği, ordusunu yetiştirdiği kendine  bağlı petrol ve doğal gaz  zengini Kürt  devleti Büyük İsrail  hedefi  için gerçekleşmesi  en önemli  aşamalardan  birisidir. Kürt devletinin  kurulması için MOSSAD ve CIA’nin silahlandırdığı IŞİD,  Barzani  bölgesinin altını süpürerek Irak’ı fiili  olarak üçe  bölmüştür. İsrail’in  bu  topraklarda en  büyük düşman  olarak  gördüğü  Sünni İslamcı HAMAS’ ı bile  solcu ve laik EL-FETİH’e karşı  CIA ve MOSSAD işbirliği ile  kurdurduğunu emekli CIA ajanının itiraflarında okuyabilirsiniz.

Tarih bilincinden  uzak sığ siyasetin egemen olduğu  ülkemizde  Ortadoğu politikaları ne yazık ki en çok İsrail’in çıkarlarına hizmet  etmektedir. Oyun  kurmak  için  her  oyuna  girildiğinde yapılan bütün hamleler  İsrail’in uzun yıllarda gerçekleştirmeyi düşündüğü  hedefleri  zahmetsizce altın tepside İsrail’e  sunmaya yaramaktadır.Boş laflarla, vicdan sömürüsü ile tarih bilincinden yoksun halk uyutulmaktadır.

Bu arada Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün hasta  yatağında “Musul sorununu çözmeden ölürsem gözüm açık gider” dediği Musul’u  Kerkük’ü ve Telafer’i  gözümüz  baka baka  İsrail’in ABD’nin  kurup silahlandırdığı, Katar ve Türkiye’nin lojistik destek  yağdırdığı( mahkeme kayıtlarına geçmiştir)  IŞİD’e kaptırmıştır.Bölgeden  göçe  zorlanan 50 bin  Irak Türkmeni  Barzani’nin lütuf gösterdiği  çölde  en az Filistinliler kadar trajik  varlık savaşı  vermektedir. Üstelik  şii oldukları için en acımasız  IŞİD zulmüne  maruz  kaldıkları  gibi, en çok güvendikleri Türkiye’den bile  sesleri  duyulmadan.

 

8 Mayıs 2014 Perşembe

ÖZGÜR RUHLU AKDENİZLİ- BARCELONA

Kadir ŞİŞGİNOĞLU *


Barcelona'ya  henüz  gitmeden bir  arkadaşımın verdiği Barcelona  fotoğraflarından oluşan  katalogu  incelediğimde bu kadar da  değildir diye düşünmüştüm. Çünkü bizim  kentlerimiz için hazırlanan  bütün  kataloglarda kentin en  güzel  halleri fotoğraflanıyordu.Çoğu  zaman  o  fotoğraflar gerçekle pek te  örtüşmüyordu.Barcelonayı  gördükten sonra  katologda  yer alan fotoğrafların ne  kadar  doğal, yalın, aldatmasız  olduklarını farkettim.  

Katalogdan ilk  aklımda kalan kentin havadan çekilmiş görüntüsü idi.Bir tepsi baklava gibi özenle dilimlenmiş Barcelona cadde  ve  sokakları birbirini doksan derece  kesiyordu. Barcelona’ya  gittiğimizde  havadan  olmasa da  bu düzenli sokak  ve  caddeleri yakından  gördüm.  Köşeleri  alınmış dörtgen yapı adacıkları, iç  boşluklarında oluşturulmuş  yaşam alanlarıyla kentin sokaklarını  caddelerini anlamsız  insan  yığınlarından ve kalabalıklarından  kurtarıyor, sokaklarında belirsizlikten uzak, güven  duyarak  dolaşmanızı sağlıyordu. Ne  bıktıran ağırkanlılık, ne de aceleci  bir  telaş, İlk  kez gittiğim bir kentte  sıra dışı anıtsallığın  görkeminde  endişesiz, güvenle dolaşabilme  keyfini  yaşadım.O kadar düzenli , özenli ve akılcı bir  kent ki;  kent yaşamına   ve  kent  düzenine  ilişkin  bir  süprizle karşılaşmak  nerede ise olanaksız. Katalan ruhunun başkaldırısı belki de kendi  yarattığı düzen tutkusuna karşı (kimbilir).

Mimarlığın  kent kültürünün  vitrini olduğuna inanırım.  Binlerce  yılın birikimini bir giysi gibi üzerinde  taşır kent. Bazen eski,  yorgun, görmüş  geçirmiştir bu giysi , bazen  süslü, fiyakalı. Bazen de  bir yanı  düşer diğer  yanı  kalkar. Kent  kültürü zaman içinde kent  belleğini  oluşturan sembollerini  yaratır. Bu semboller  çoğunlukla mimarlık  yapıtlarıdır. Farklı dönemlere  ilişkin sembol  yapıları  ne kadar  çoksa  o kentin kültürü ve belleği  o kadar zengindir. Belleğini  özenle  koruyan kentler  bayramlık giysilerini  giyen çocuklar gibi  neşelidir, güler yüzlüdür. Çünkü;  geçmiş zamanların    yaşamını   bu güne taşıyabilmiştir.  Mimarlık  ile  kentselliğin bütünselleştiği,  özgür  ruhlu  Barcelona’nın,  bu yönüyle aklımda, gönlümde yer ettiğini söyleyebilirim.

Katalan kültürünün farklılığı  yücelten  özgür  ruhu Barcelona’ya  her alanda marjinal bir kimlik kazandırmış. Kentin klasik kimliği ile, yenilikçi, postmodern  kimliği arasında yaşanan ölçülü seviyeli  rekabet  kent  kimliğini  güçlendirmiş. Barcelona’nın  kent  kimliğini oluşturan, onu diğer Akdeniz  kentlerinden  farklı  kılan nedir diye  sorulduğunda   aradığınız  cevaplar arasında Katalan özgürlükçülüğünün,  kraliyet  karşıtlığının ve  Barcelona’nın  simgesi sayılan Barcelona  futbol  takımını, “Franco rejiminden kaçmadan önce tüm eğitimini ve gençliğini bu şehirde geçiren, sanatını biçimlendiren ve bu zaman zarfında bugünün şaheserleri sayılan tablolarını yapan”  Picasso’ya, Sürrealizmin en önemli  ismlerinden biri olan  Joan Miro’ya, en çok da Barcelona’yı  bir pasta   gibi süsleyerek  ruhunu  veren Antoni Gaudi’ye rastayabilirsiniz. Bu nedenle  Barcelona  en çok Gaudi’nin  kentidir.   Mezun olduğunda  diplomasını  imzalayan  okul müdürü  Elies Rogent  “Bu diplomayı bir deliye mi yoksa bir dahiye mi verdiğimizi kim bilebilir? Bunu bize zaman gösterecek.” dediği  Gaudi, kendini  Barcelona’ya  adamıştır. Başlangıçta  pek kimsenin  dikkatini  çekmediği ,  sıradan  bir  mimar olan  Gaudi  sokaklar için tasarladığı sokak  lambaları, ısıtmalı oturma grupları, evler, parklar ve katedraller ile Barcelonanın  kaderini değiştiren  mimar   olarak  tanımlanır. Günümüzde  Gaudí’nin eserlerinin sekiz tanesi UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alır. Park Güell, Palau Güell ve Casa Milà 1984’te, La Sagrada Familia’nın “İsa’nın Doğuşu” cephesi ile yeraltı türbesi, Casa Vicesn, Casa Battlo ve Colonia Güell Türbesi 2005’de UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girmiştir. 

 

 Çocukluğunda geçirdiği romatizmal  hastalığı onu  akranlarından  koparır.Tek başına  düşünür, doğayı gözler, gözlem yeteneğini geliştirir. Gaudi’nin eserlerinde  doğa  sadece  dekoratif  bir  unsur  değildir, belirleyici  unsurdur. Doğadan  her zaman  ilham alır. 2026’da tamamlanması beklenen La Sagrada Familia Katedrali’nin taşıyıcı kolonları, ağaçların gövdelerinden ve dallarından esinlenmiş.Dışından  baktığınızda  sonsuzluk  duygusu uyandırıyor, ne  yaparsanız  yapın  bir  defada  kavranamıyor bu  yapı.Zaman  kısıtlılığından  dolayı   canlı  görme  fırsatı  bulamadığım    Sagrada Familia’nın  içi Gotik esintiler taşıyan bir orman, tavanı yıldızlı bir gece gibidir. Casa Batllo’daki bacalarda servi ağacı kozalağından, Park Güell’in ferforje kapı süslemelerinde palmiyelerden, Casa Milà’da (La Pedrera) karlı bir dağdan esinlenmiştir; bal peteklerinin, deniz kabuklarının, dalgaların, hayvanların, asma yaprağının, kemik ve iskeletlerin doku, şekil ve renklerinden ilham alıp tüm bunlara yepyeni bir soluk getirmiş, yeni bir mimari dil geliştirmiştir. Gaudi'nin amacı; inanç dünyasının gizemli karmaşık sembollerini, hayal gücünü tüm  mimarlık  bilgileri ile birleştirerek yirminci yüzyıl katedrali  yaratmaktı. Bu nedenle stüdyosunu da inşaata taşıdı ve hayatını bu esere adadı. Gaudi, La Sagrada Familia'yı bitiremeden 7 Temmuz 1926'da 74 yaşındayken bir trafik kazasında hayatını kaybetti ve La Sagrada Familia'ya gömüldü. Böylelikle  yaşarken  aklını, düş gücünü  kattığı yapıya öldükten sonra da  bedenini  katmış  oldu.
 


                                                                                                                            Gaudi’nin  yaşadığı dönemde İspanya’nın diğer çağdaş  mimarları oldukça  önemli  eserler  verseler de onun  kadar   bilindik olamamışlardır. Onu  bir  mimar  olarak  diğerlerinden  farklı  kılan ahşabın, demirin, camın, seramiğin,betonun  onun yaratıcı düşüncesine  dirençsiz  boyun eğmeleridir.Diğer  mimarların onu “Tanrının mimarı” olarak, Salvador  Dali’nin  “gerçek üstücülüğün babası “ diye tanımlaması  boşuna  değildir. Gaudi  her  bir  yapısında  bir malzemeyi  mimari  bütünlük  içinde  orkestranın solisti  gibi kullanmıştır. Gaudi  ‘trencadis’ adlı mozaik tekniğini ilk ve en yaygın şekilde kullananlardan biridir.  Seramiklerin kırılmış parçalarını bir araya getirerek birbirinden  ilginç kompozisyonlar yaratmıştır. Bu teknik Katalan Modernizmi döneminde ortaya çıkmış ve dünyaya yayılmıştır. Bunun en ünlü örneği olan Park Güell’deki ‘kertenkele’ çalışmasıdır.Bu  çalışmayı  yakından görmek ve  fotoğraflamak  için  ayrıca  bilet almanız  gerekiyor.

Gaudi arkasında İspanya'nın övüneceği çok yapı bırakmıştır. Kullandığı renklerle olsun, yapılarının kuruluşları ve hareketleriyle olsun daha önce hayal dahi edilemeyen işler yaratmıştır. Mimaride yeni bir kapı açmış, kendi kulvarında, bir öncü olmuştur. Sonraki dönemlerdeki birçok mimara örnek olarak gösterilmiş,mimarlık  fakültelerinde  derslerde okutulmuştur.

Bu gün  İspanyaya yılda  altmış milyon turist geliyor, bunun   otuz  milyonu  Barcelona’ya  geliyorsa bunların  büyük  çoğunluğu Gaudi’yi görmek içindir. 


* KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü








27 Nisan 2014 Pazar



ZAMANA  DİRENEN  KENT- TOLEDO

Kadir ŞİŞGİNOĞLU *




 

Romalılar’ın Tajo  nehrinin  kıvrılarak  oluşturduğu  yarımada da Toletum  adıyla  kurdukları  bu  kente  Araplar kendi egemenliklerinde  Tuleytula demişler.Yarımadanın  730 metre  yüksekliğinde  nehre  bakan  dik  yamacın üzerine  kurulmuş Toledo. Madrid yönünden  geldiğinizde şehrin  hafif  eğimli  bir arazide  taraçalı yapılarını gördüğünüzde sıradan bir  tarihi  kent  havası  veriyor. Tajo nehrini  geçip karşı  tepeden  baktığınızda yüzlerce  yıl  önce  zamanı durduran  Toledo’nun  muhteşem siluetini görüyorsunuz.

Zamana direnen Toledo; asırlara rağmen  kendisini  kuran, geliştiren  her kültürün izlerini korumuş. Alcantara  köprüsünde, kale  surlarında Roma’yı, şehrin  giriş kapılarında, tapınaklarında  Vizigotları, sonradan restorasyonu  yapılarak ayaklandırılmış  sadece  iki  küçük  camide üç  asırlık  Arap Endülüs Emevi Emirliklerini, Alcazar sarayında ise bütün kültürlerin izini bulabilirsiniz. Onbirinci  yüzyıldan sonra Katolik hırıstiyanlığın merkezi olmuş, engizisyon  damgası  vurulmuş,Unesco Dünya Kültür Mirası Listesinde  yer alan Toledo tarih  içinde çok dilli, çok dinli çok kültürlü bir kent olarak varlığını  sürdürmüş, bu günkü  baskın  kültürüne  rağmen mimari  dışında çok kültürlülüğün  izlerine  rastlanabiliyor.

Tek başına bir şeye inatla  karşı çıkanlara “Donkişot’luk  yapma” , “Donkişot’luğun alemi yok”   denir ya, bu kent  sadece Donkişot’a ev sahipliği yapmamış,  aynı zaman da tarihe de Donkişot’luk yapmış. ….Servantes  yazın dünyasının  bu uçuk  kaçık  kahramanını  (Donkişot’u)  burada  yaratmış.Bu nedenle şehre girmeden  birçok yerde  Donkişot  heykellerini, hediyelik eşya  stantlarında  her malzemeden  yapılmış  küçük anı heykellerini  görmek  mümkün. Toledo aynı zamanda  kendini  bu  kente adayan  El-Greco’nun da kenti. Kentin bir  çok  yerinde El Greco'nun resimleri , müzenin afişleri asılmıştı.

Toledoya yaklaşmaya  başladığımızda  El Greco’nun Toledo Manzarası resmindeki  panoramik  görüntüsü  ile  karşılaşmayı umut ediyordum. Kentin girişinde   çok  yüksek  görünmeyen Toledo Kalesinin   alt sur  kapılarından birine yaklaştık içinden  geçtik. Toledo'yu sağımıza  alarak aşağıya  doğru  eğimli ve  virajlı bir yolda bir süre ilerlediğimizde birdenbire karşımıza Tajo nehri  ve Alcantara  Köprüsü  çıktı. Köprüyü geçerek karşı tepeye  doğru  tırmanmaya  başladığımızda Toledo  bütün görkemiyle  görünmeye  başladı. En yüksekte  Alcazar  Sarayı, biraz altında Katedral,  onların etrafını  kuşatan  irili  ufaklı  taş  yapılar…Sanki El Greconun “Toledo Manzarası” canlanıyordu….Bir seyir  terasında durup bir  süre Tajo  nehrinin etrafını çevirip  yarımadaya  dönüştürdüğü Toledoyu  seyrettik.Bol  bol  fotoğrafladık…

Sonra  şehre doğru  yola koyulduk.San Martin Köprüsünü  geride  bırakarak Eski Bisagra Kapısı'na  geldik (Puerta Vieja de Bisagra) (VI.Alfonso şehre buradan girmiş)  Otobüsten inerek  Şehrin en yüksek yerinde  kurulmuş Alcazar  sarayına  doğru yürüdük. 3.yüzyılda Romalılar tarafından bir  kale  olarak  yapılmış. Zamanla  bir kale-saraya dönüşmüş. İlerleyen zamanda  tamamen  yıkıldığı  ve restorasyonla  yeniden  ayaklandırıldığı  söylenir. İç savaş sırasında  büyük  bir  yangın geçirmiş. Bu  yangının izleri  restorasyonda  hiç  dokunulmadan  bırakılan  bir  odada  görülebiliyor.  Sarayın orijinal  bölümlerine  dokunmadan yapılan eklentilerle çok  güzel  bir  askeri  müze  düzenlemesi  yapılmış. Bir  müzeci  olarak  keyifle müzeyi dolaşırken grubumuz  çoktan  müzeden  çıkmış katedrale  doğru  yol  almışdı.

Çoğunluğu hediyelik eşya  satan  dükkanların  bulunduğu labirent gibi  kıvrımlı, daracık sokaklardan biraz ilerleyince Toledo katedralinin çan kulesi bütün heybeti ile karşımıza çıkıverdi. Katedralin bulunduğu küçük meydanın adı Zocodover Meydanı. Katedral sonradan camiye çevrilen eski bir Vizigot tapınağı ve kilisenin üzerine kurulmuştur. 1227 yılında yapımına başlanmış, 113 metre uzunluğunda 57 metre genişliğinde ve 45 metre yüksekliğindedir. 88 taşıyıcı kolon üzerinde yükselir. 90 metre yüksekliğindeki  çan kulesinde  çanın ağırlığı 18 ton dur. Alfonso’nun  bu  çanı müslüman  esirlere taşıttığı  söylenir. Böylelikle  cami  yapılırken yıkılan  kilisenin öcünü  alır kendine  göre. Kulenin  çanın bulunduğu külah  kısmı  hariç camii minaresinden kalma.Katedralin üç ana kapısından biri olan orta kapı "bağışlanma kapısı" olarak anılır. Kardinalin yönettiği bağışlanma törenleri için bu kapıdan giriş yapılır. Kapının üzerinde on iki havari ve kurtarıcı İsa Peygamber heykellerde betimlenmiştir. Bu katedral Sevilla   katedralinden sonra  İspanyanın  en büyük üçüncü  katedrali. Fransız  Gotik üslubu il, Bourges katedrali örnek alınarak yapılmış bu  yapı 1452 yılında ancak  tamamlanabilmiş. Taştan bir mücevher gibi işlenmiş katedralin içi de ayrı bir  sanat eseri. İçerdeki yüksek  vitraylı  pencerelerden  giren  renkli  ışıklar, apsid duvarı tavanındaki süslemeler, bölümler  içine  yapılmış  resimler  katedralin büyüklük ve yücelik  hissini  pekiştiriyor. Bizim için sanat  değerini  artıran  bir  başka  özelliği ise Valasquez, Rubens, Goya ve El Greco’nun tablolarıyla sanat  müzesine dönüştürülmüş  olması. Ancak  Pazar ayini  sırasında  kilisenin içine  girmiş  olduğumuz  için resimlerin  bulunduğu  bölüme  geçme şansımız  olmadı.

 

Bir kentin güzelliğini keşfetmenin en iyi yolu, onun dar sokaklarında dolaşmaktır. Serbest zamanda Zocodover  meydanından  yukarı tepeye doğru  dar sokaklarında  yürüyüp  kenti keşfetmeye  çalıştım.Eğilen, bükülen geçitlerle  birbirine  bağlanan sokaklarında bir an kayboldum sandım.Ama çok geçmeden antik geçitlerin, tarihi binaların, gösterişli balkonların ve hediyelik eşya satan dükkânların çekiciliğine kapılınca kaybolduğumu bile unuttum. Dolaşırken Toledo’nun ünlü  kılıçlarını inceledim. Bu kadar  farklı  boyda  farklı türde kılıcı hiç  bir arada görmemiştim. Hollywood  filmlerinde  kullanılan  kılıç  ve  zırhların  çoğunun burada yapılıyormuş. Toledo kaliteli çeliği ile ünlü. Kentin demircileri iki bin yılı aşkın bir süredir kılıç yapıyorlarmış. Hem Hannibal’in orduları  hem de Roma lejyonları, Tajo Irmağı kıyısında dövülen bu kılıçları kullanmışlar. Yüzlerce yıl sonra Müslüman zanaatçılar, Toledo’da yapılan kılıç ve zırhları süslemek için Şam kakması kullanmaya başlamışlar..Müslümanlar bu kente  bir  şey  daha  öğretmişler;  badem ezmesini.Dolaşırken birden  El Greco Müze'sini karşımda görüverdim. Ancak restorasyon  nedeni  ile  kapalı idi.

Zokodover meydanında buluştuktan sonra  El Greco’nun   sadece “Orgaz Kontu’nun Gömülüşü” adlı eserinin bulunduğu   Iglesia Santo Tome  kilisesine  yürüdük. Kilise 14.yüzyılda bir caminin üzerine inşa edilmiştir.Biletimizi alıp Nartexden içeriye  girdiğimizde  sağımızda duvar yüzeyine oluşturulan  özel nişde El Greco’nun  başyapıtı ile  karşılaştık.Yıllarca kitaplarda  sadece  baskılarını  gördüğüm resmin orijinalini  bulunduğu  yerde  görmek  heyecan vericiydi.Resmin hikayesi  şöyledir.Yoksulların ve işçilerin koruyucusu olan Orgaz Kontu 1323 de ölür. Ölümünden bir kaç yıl önce yaptırdığı Santo Tome Kilisesi ne gömülür.  Gömülme sırasında birden  iki aziz (Saint Agustin ve Saint-Etienne) belirir. Bu iki Aziz onu alıp elleriyle mezara yerleştirirler ve bir ses duyulur. Bu, Tanrıya ve Azizlere hürmet edenlere verilen bir ödüldür. Bundan yaklaşık iki asır sonra Madridli soylu Andres Nunez , El Greco dan bu efsaneyi ölümsüzleştirmesini ister. El Greco bu eseri iki yılda tamamlar. 1586′da  biten resim Santo Tome kilisesi için bir başyapıt olmasının yanı sarı, sanat tarihinin en ünlü tablolarından biri sayılır.




Resim kompozisyon yapısı itibari ile  iki bölüme ayrı­lır; alt bölümde ( yerde) Aziz Stephanus ve Aziz Augustinus, kontun ölüsünü özenle kaldırırlarken, onların arkasında bir insan kümesi cenaze törenine katılırken canlandırılmıştır. Üst bölümde, gökyüzü­nün, İsa’nın krallığına ölünün ru­hunu kabul edişi ve Vaftizci Yahya görülür. Tablonun eşsiz bütünlüğü, her iki bölüm arasındaki ilişkiden, bir bölümü öbürüne bağlayan ma­nevi havadan kaynaklanır. Sağdaki papaz siparişi veren Andres Nunez dir. Soldaki Saint-Etienne öndeki erkek çocuk ise El Greco nun oğlu Manuel dir. Cebinde bulunan mendilde yapım yılı ve El Greco nun imzası vardır. Saint-Pierre in elinde ise krallığın anahtarı bulunmaktadır. Resmin sağında tek  izleyiciye  dönük  figür  ise El Greco’nun  kendisidir.


Resmi  heyecanla inceledikten sonra  Toledo’nun eski  Yahudi  mahallesine  doğru yürüdük.

Fotoğraf  çekerek  San Martın  köprüsünden  geçtikten  sonra  otobüsümüze  binerek Madrid’e geri  döndük.


 

 * KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü